Love … Bukowski … Russell;

I know this will be a surprise for my readers to see this essay in English . If I am not wrong,  years ago,  I wrote few in French but I could not ignore anymore the requests of the readers in this direction .. I beg your understanding in advance for eventual faults of orthography and grammar  ..

Under this heavy atmosphere of war where we are witnessing every day unforgivable crimes of invaders against pure innocence and humanity , we need to strengthen our ties with philosophy, art and literature to keep our values alive .. 

My loyal readers would remember that “ love “ as a concept has been covered several times here in my blog on philosophical basis  . I was discussing the issue towards the arguments of Schopenhauer , Freud , Bacon and Delacroix .. This time , I would like to open a new perspective through out our practical understanding.. 

Since the beginning  , I was supporting the solid hypothesis about the description of true love : “ If the true love exists it should have been appeared at first sight “ . 

Unconditional .. Unpredictable.. Unexpected … Intuitional.. 

As honest as nature ..

Like described by Zola , Balzac ,Baudelaire.or Simone de Beauvoir.. 

As a gift from universe .. 

Let’s ask the question through a different direction.. Could we say that a friendship or a prior acquaintance of two person could turn in to a true love in time  ? .. 

After millions seconds of observations and fine tunings in minds , are we sure that we love the person  rather than his/her possessions and symbols as a stereotype that we internalize and legitimize in our minds  ? ..

I  won’t go in to details with counting what could be those possessions and symbols . 

I already respect the level of intelligence of my readers .. 

Are we brave enough to confess  ? 

…….

Life would never be the same for me after that cruel summer morning… Walking on the streets of the city that I loved to live … A moonstruck…. A sudden and unexpected invasion of all my cells  … It was happening …  Which can arrive only once in a life time .. Unexpected, unpredictable and unconditional..

Few words.. Flowers ..

She faded all other colors except hers..

Muted all voices ..

Since then , I thought that I couldn’t imagine breathing in a city other than she is breathing in .. 

I thought that there is nothing that I would not dare to do .. 

Still living in her orbit in far exile .. 

Keeping on chasing her shadow .. 

No surrender or compromise to anyone else ..

If not , better to keep on enjoying the “ chosen solitude “ of Bukowski .. 

……..

Thanks to the scientific researches , today , we all have a concrete information about the morphology of love .. This magic potion recipe is not considered as a talismanic gift of Greek Gods anymore . We know how our bodies are exposing to a massive attack of hormones asking us to obey under a brutal hypnosis..

The main question is if love at first sight , as pure as nature and as rough as an instinct would and could be wise enough to turn to Russell’s intense companionship where the time between couple is mostly spent in deep sharing , conversation and intellectual satisfaction ? 

In other words : “ What would they have in common to turn this thunder lightning in to a lifetime togetherness “ ? 

Would they both enjoy waiting hours in the line to enter to a concert hall or a museum or a theatre ? 

Would they enjoy watching Godard, Kurosawa or Truffaut ? 

Would their hands meet each other while caressing an abandoned dog  ? 

Would they feel the sorrow of lost lives? 

Would they enjoy sharing silence ? 

Would they enjoy witnessing sun rise ? 

Would they go discover untold stories of lost tribes ?

Would they chase talismanic flavors of far cities ? 

Would they feel the unconditional happiness of his/her presence in life ? 

Would they dare to welcome all comings years together ? 

I don’t think there is any another question in this world that deserves to shed blood, sweat and tears for it.

My answer would be a big and loud ”yes” ; even while being aware of the rareness of this miraculous togetherness it would worth to each second while searching this gem in deep ocean …

I let Bertrand Russell to say last words :

“Those who have never known the deep intimacy and the intense companionship of happy mutual love have missed the best thing that life has to give. “ 

Sarkacın Diğer Ucu

Yazılarımı ve düşüncelerimi takip eden değerli okuyucu ve dostlarımdan sıkça aldığım eleştiri sık yazı yazmamam konusunda oluyor . Her defasında yaptığım açıklamayı bir kez de buradan ifade etmiş olayım .

Üzerine yazı yazmayı gerektirecek ya da hak edecek konular sanıldığının aksine çok da fazla değildir . İşleri her gün yazı yazmak zorunda olan köşe yazarlarının çaresizliğini hep düşünegelmişimdir. Günlük kısır tartışmaların içerisinde oradan oraya savrulup görüş ifade etmek zorunda kalmak derin bir zihin için acı verici olsa gerek .

Bir örnekten yola çıkacak olursak ; ülkemizin son yüz yıllık macerasını düşünce ekseninde bana anlatır mısın diye soran çocuğuna bir tarihçinin , bir siyaset bilimcinin ya da bir gazetecinin vereceği cevabı bir makaleye dönüştürsek herhalde 6-7 sayfayı geçmez ..

Türkiye nin içinden geçmekte olduğu bu sıkıntılı süreç dolayısıyla tek tek düşüncemi soran insanlara da topluca cevap vermek adına kaleme aldığım bu yazıda daha önce yine burada paylaştığım ”Sarkaç” başlıklı eski yazım ekseninde düşüncelerimi ortaya koyacağım . Zira girişte ifade ettiğim üzere toplumsal dinamikler yukardan bakıldığında ağır bir devinimle hareket eden ve yönü bir kez kavrandığında her ay ayrı bir yorum yapmayı gerektirmeyecek bir ivme ile ilerliyor .

Sarkaç adlı yazımda kısaca ifade ettiğim husus , Türkiye nin sosyo politik macerasında 1923 ün sarkaç ın bir yöne doğru tam tepe noktasını işaret ettiği , 2020 yılı civarına gelindiğinde ise sarkacın ters yönde tepe noktasına ulaştığı ve nihayetinde bu iki büyük salınımın momentumumun orta bir noktada yakın bir zaman içerisinde oluşacağı yönünde idi .

Aynı görüşümü devam ettiriyor ve bugün ekonomik alanda yaşanan türbülansın sarkacın 2020 lerde geldiği ters yöndeki momentumuna karşı koyan son atalet gücünün de ortadan kalkması olarak görüyorum . Bu son cümleyi açalım . Malum , yönetimlerin başarısı ya da başarısızlığı genel hatları ile iki ana eksende değerlendirilir .

Birbirinden bağımsız değerlendirme zorluklarını bilerek ve göze alarak kabaca ilki politik ve ikincisi ekonomik eksen diyebiliriz . İlkinin içinde temel hak ve özgürlükler , hukukun üstünlüğü , siyasi süreçlere katılım , eğitim kalitesi , azınlık hakları vb gibi bir çok konu sayılabilir . Bu açıdan son yıllarda politik eksende sarkacın ters yönde tam tepe noktasına ulaştığı noktasında büyük bir konsensüs oluştu . Toplumun bir çok katmanı adeta nefes alamaz hale geldi ve bir kırılma beklenir hale geldi .

Vurgulanması gereken husus mevcut yönetimi iktidara taşıyan ve orda 20 yıl kalmasını sağlayan asıl dinamiğin ekonomik kriz ve istikrarsızlıklardan bıkmış halk kitlelerinin desteği olduğudur. İktidardaki siyasi partinin sosyo politik anlamda entelektüel alt yapısını göz önünde bulundurarak destekleyen halk tabanı doğruyu söylemek gerekirse marjinal diye adlandırılabilecek bir boyuttadır . Tersten okunduğunda ana oy gövdesini iktisadi başarı ile temellendiren siyasi organizasyonun bugün vardığı ekonomik başarısızlık ,sarkacın ters yönde en tepede ulaştığı noktadan aşağı dönmesine direnç gösterecek son kuvvetinde ortadan kalkması şeklinde okunabilir.

Çünkü bugün yaşanan kriz , siyasi iktidardan temel hak ve özgürlükler noktasında talebi olmayan ve bugüne kadar toplumsal refahtan birinci derecede faydalanan alt ve orta alt gelir gruplarını başat olarak etkilemekte , onları istemsizde olsa orta üst ve üst gelir gruplarının temel hak ve özgürlükler eksenli tepkileri ile örtüşür hale getirmektedir ..

İçinde yaşayan insanların an , dakika , gün , ay olarak yaşayıp kavradığı zaman algısı ile oluşan olumsuzluklar ; toplumsal tarih algısı ekseninde çok daha farklı bir zaman boyutunda ilerlemekte . Fiziksel olarak kaçınılmaz bir etki tepki etkileşimini toplumsal düzlemde laik anti-laik ekseninde bir hesaplaşma olarak yaklaşık 1 asır içerisinde kavramış bir toplum olarak bugünün çok karamsar tablosunun yarının aydınlık günlerinin habercisi olduğunu tekraren not düşmüş olayım .

Bu aydınlık , bir kesimin bir kesime karşı ulaşacağı üstünlük veya galibiyet sonucu değil , iktidarı ele geçirmek için koç boynuzu olarak kullanılan ve içi boşaltılan kavramların geniş halk kesimlerince deşifre edilip etkisiz hale getirilmesi ile oluşacak kolektif bilincin sonucu olacaktır . İnsanları daha müreffeh hale getirme iddiası ile ortaya çıkacak her tandanstan siyaset kurumunun terbiye edilip toplum hayatında etkinliğini ve etkisini doğru şekilde kullanmasını talep edecek ortak aklın sonucu olacaktır .

Demokratik evrimini kendi sosyo-politik dinamikleri çerçevesinde Batı nın aksine sınıfsal çatışma temelinde yaşamamış olan toplumumuz kendine has bir hikaye yazmaktadır . Yine aynı düzlemde , Batı dan farklı olarak dinde reform hareketini ıskalamış toplumumuz din temelli sosyal uzlaşıyı da yine kendi dinamikleri özelinde gerçekleştirmektedir .

Zihninde yeterli entelektüel donanım olanlar için bu değişim ve dönüşüm apaçık ortadadır .

Sarkaç denge noktasına doğru hızla hareket etmektedir …

Sarkaç

Evrenin ve Dünyamızın döngüsel bir işleyiş sistematiği içinde olduğunu farklı bilimsel disiplinler yardımıyla artık biliyoruz . Astrofiziğin , galaksiler içindeki devinimi ; jeoloji ve klimatolojinin dünyamızın birbirini takip eden ısınma ve soğuma döngülerini ortaya koyduğu gibi . Önce buzul çağı , ardından küresel ısınma ve ardından yine küresel soğuma .. Bir “Sarkaç “ gibi hareket eden bu döngüsel devinimin sosyo politik bir iz düşümü de olduğunu düşünmeye başlayalı epey zaman oldu .

Cumhuriyet in ilanı , saltanat ve hilafetin lağv edilmesi ve ardından laiklik ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek nitelikleri arasına girmesi ile “ Sarkaç “ toplumumuzun tarihsel salınımında , karşı hareketinin zirve noktasına ulaşmıştı . 

Bu potansiyel hareketin bunca büyük bir şiddetle kinetik enerjiye dönüşme sebebi , karşı kuvvetlerin takribi olarak 4 asır boyunca kaybettiği potansiyel enerji ve düşen dirençte yatıyordu . Tersten okumakta mümkün ; karşı güç o kadar büyük yanılgılar ve neticesinde yenilgilere gark olmuştu ki , devrim yüzlerce yıldır sosyal hayatın değişmez parçası görülen saltanat ve hilafeti halkın muhayyelesinden bir süreliğine çekip almayı başardı . Bir süreliğine çünkü devrim herkesin malumu olduğu üzere bir kadro hareketi idi , yani iyi yetişmiş batı eğitimi almış Osmanlı Subaylarının halk adına halkın bekası ve refahı için aldıkları bir karardı. 

Oysa devrimin argümanları halkın büyük bir kısmında tam anlamıyla karşılığını bulmuş sayılmazdı . Özellikle devrim kadrosunun dini kurum , eğitim ve söylemlere karşı takındığı tutumun bugünün moda tabiriyle iletişimi gerektiği gibi kurgulanamıyordu . Önemli bir prensiptir , tarihi olaylar kendi zaman ve olgu kurgusu içinde değerlendirilmelidir . Doğrudur da . Dönemin ruhunda asker veya yönetici sınıfı ile halk arasında temasın varlığı bir tarafa , gerekliliği bile tartışma konusudur .

Nitekim , ülkede savaş sonrası sular kısmen durulup , biraz düze çıkılıp , kurucu iradenin muasır medeniyetin değişmez parçası gördüğü çok partili sisteme geçiş denemesi neticesinde ortaya çıkan durum ile bir rüyadan uyanıldı . Mustafa Kemal in önce şahsına yönelik diktatörlük eleştirilerine sonra da devrime ve CHP ye karşı halkta oluşan tepkinin bir anlamda tedrici olarak gazını almasını beklediği Serbest Fırka , parti üst yönetimini de şaşkınlığa ve hatta paniğe sevk edecek kadar büyük bir ilgi ile karşılaşmıştı . 

Anlaşılan oydu ki , eğitimsiz halk kitlelerinden , kendisine faydası olmayan boş gelenekleri bir tarafa bırakması ve çağdaş medeniyet yolunda ilerlemesini beklemek için gerekli toplumsal dinamikler bu ülkede henüz mevcut değildi . Kurucu irade başladığı gibi devam etme kararlılığı ile mevcut düzen ve anlayışı ikinci dünya savaşı sonuna kadar getirdi . 

Bu zaman zarfında Halk Evleri , Devlet Üretim Çiftlikleri gibi bir çok alanda başarılı projeler üretebilmiş ise de , genel manada yönetici sınıf ile halk arasındaki uçurum baki kalmış ve muasır medeniyet projesinin büyük kitlelerce içselleştirilmesi başarılamamıştır .

Nitekim ilk serbest seçimlerde ertelenmiş tepki kendini sandıkta göstermiş ve dini söylemle bezeli popülist sağ iktidar iş başına gelmiştir . 

Gelmesine gelmiştir ama elbette kurucu ideoloji bu kadar kolay ülkeyi teslim edecek değildir . Malum , 1960 darbesi ve sonrasında gelişenler .

Cumhuriyet in ilanı ile , bir tarafa olan salınımının zirve noktasına ulaşan Sarkaç , karşı hareketi için 2000 lere gelindiğinde hala enerji biriktirmekteydi. Sosyo politik konjonktür müsade etse bu hareket en az 1923 te ki kadar sert bir şekilde “Sarkaç” ı ters yönde tepeye çıkaracaktı . 

Bu gören göz , işiten kulak için o kadar barizdi ki , ortada mevcut siyasi iktidar yok iken bana 1997 de “ İslamcı Entelektüellerde Rövanş Fikri “ adlı bitirme tezimi yazdırmıştı . Nitekim doğru şartlar oluştuğunda ters yönde hareketine 2002 de başlayan “ Sarkaç “ bugün karşı noktasının zirvesindedir . 

Asık önemli olan ise burda kalmayacağıdır , Sarkaç her iki uçtayken kısmen zorluklar yaratmış olduysa da toplumsal bilinç ve bellekte doğru aydınlanmalar yaratmıştır. Toplumsal kavrayış ister istemez aldığı dersler ve tecrübeler neticesinde doğru kararlılık noktasına ulaşacaktır . Batı toplumlarının kabaca 600 yıl süren kanlı güç , iktidar , sınıf ve mezhep çatışmaları neticesinde vardığı bugünkü toplumsal uzlaşı zeminine umuyorum ki biz yukarda anlatmaya çalıştığım yoldan varacağız .

Solun açmazı : snobizm …

Bazen doğru başlığı bulmak tüm yazıyı yazmaktan daha çok zamanımı alıyor . Bir çok yazar çizerin aksine ben Türkçe yi son derece yeterli ve yetenekli bir dil olarak görüyorum . Sorun çıktığında bu çoğu zaman dilimizin kelime dağarcığının bir takım konularda yetersiz kalması ile ilgili oluyor , orada da orijinal kelimeyi kendi dilindeki haliyle alıp cümle içinde kullanarak meseleyi çözmüş oluyoruz . Zaten yüzyıllardır aynı şeyi gerek Arapça gerek Farsça ile aynı metodoloji ile yapıyoruz . Adına Osmanlıca dediğimiz dil böyle bir dengeli karışımın ürünü idi . Bu yüzden başlıktaki yabancı kelimeyi anlayışınıza sığınarak kullanıyorum .

Esasa gelecek olursak , son yazımda da üzerinde durduğum demokrasinin önemli bi arızası olarak görüp irdelediğimiz sağ popülizmin soldaki zıt kardeşi olan sol ” Snobizm ” den bahsetmek istiyoruz bu yazıda …

İçinde bir tutam ukalalık da olan kendini beğenmişlik olarak tercüme edebileceğimiz snobluk, burda kullanmak istediğimiz anlamıyla , sol eğilimli siyasi retoriğin , kendini indirgeyememesi ve bundan hareketle son tahlilde halk kitleleri ile aynı dili konuşamaması , bir türlü gönül yakınlığı kuramamasıyla oluşan bir açmazdır . Fransızca da bu durum için üretilmiş özel bir kelime bile var , Türkçeye çevrilmiş hali : Vulgarize olamamak . Ortalama halkın algı seviyesine inip aynı dilin konuşulamaması hali.

Bunun bir ” açmaz ” olması biraz insan doğası ile ilgili bir durum . Pahalı bir araba aldığımızda , muhteşem bir villamız olduğunda , ünlü bir markanın ayakkabısına bir kaç bin USD verdiğimizde , yazdığımız şarkı hit olduğunda , yazılarımız çokça okunduğunda kendimizi ister istemez olduğumuzdan daha yüksekte olma yanılgısına kaptırır , sıradan insanlardan üstün olma illüzyonunu yaşarız . Kökleri evrimsel biyolojide yatan , türdeşleri arasından karşı cins tarafından seçilme isteğinde yatan bu yarı masum duygu ne yazık ki tamamen kaçamayacağımız bir tuzak .

Yukarıda bahsettiğim maddi kazanımların yanında elbette ”bilgi” de çok değerli bir kazanımdır . Sol görüşte kendi diyalektiği gereği sadece değerli değil aynı zamanda zorlu bir ” bilgi ” kazanımdır . Geleneksel olana karşıdır . Yüzyıllarca toplumun her katmanına kök salmış dini , sosyo kültürel , kastçı , aşiretçi feodal düzene karşı, bilimi , adaleti ve eşitliği savunur . Sıradan insanın DNA sına işlemiş siyasi ve sosyo kültürel ezberi bozmaya girişir . Cesurdur .

Bilgiyle donananda refleks olarak maddeyle donananlar gibi bir üstünlük refleksi geliştirir , halkı cahil , onun adına , gerektiğinde de ona rağmen yönetecek bir yığın görmeye kadar vardırır işi bir çok kez .. Tarihte19. ve 20 yy bu yaklaşımın örnekleri ile doludur .Tartışmasız sorunlu bir bakış açısıdır bu . Öznesi halk olan yönetim sanatında özneye yabancılaşmak gibi çapraşık bir duruma sebebiyet verir ister istemez .

Milli tarihimizde de örnekleri önemli bir yer tutar bu konunun. Cumhuriyetimizi kuran kadrolar anti emperyalist, anti monarşist , halkçı ve devletçi olmaları hasebiyle esasen siyasi yelpazenin soluna düşerler . Pek bilinmese de , genç Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında ki en yakın müttefiki Sovyet Rusyadır . Elbette zaman içerisinde değişen konjonktürle bu durumda değişmiş ve başka yöne evrilmiştir .

Cumhuriyetimizi kuran kadro Avrupa da kaliteli eğitim almış , bir kaç dil konuşabilen , Batı nın özgürlükçü ve eşitlikçi , anti emperyalist akımlarından çokça etkilenmiş münevverlerdir . Fakat büyük bir sorunları vardır .Dönüştürmek istedikleri toplumun öznesi olan bu ülkenin halkına yabancılaşmışlardır ve artık aynı dili konuşamamaktadır . Yapılacak tek şey bu dönüşümü ve devrimi gerekirse ona rağmen yapmaktır . Çünkü geniş halk kitlelerinin istenilen algı noktasına gelecek donanıma sahip olması kısa vadede imkansızdır .

Anlatmak istediğimizi yaşanmış gerçek bir örnekle ifade edelim : Cumhuriyet kurulmuş , CHP ülkeyi tek parti iktidarı ile yönetmektedir . Kurtuluş savaşının kahramanları Kazım Karabekir ve Rauf Orbay Paşa lar CHP milletvekili olmuşlardır . CHP İstanbul İl Başkanlığı da bir organizasyon tertip eder ve Paşaların halkın derdini dinleyeceği bir gün belirleyip duyurusunu yapar . Paşalar erkenden İl Başkanlığına gelir ve bekler .Akşam olmuştur gelen giden olmamıştır . Kimse cesaret edememiştir . Halkta vatandaş bilinci oluşması için henüz çok erkendir . Milletvekili nin milletin vekili olarak görülmeye başlamasına daha çok vardır .

Gel zaman git zaman , ülkede sol hareket kendini daha doğru bir zeminde ifade eder hale gelmiş ama liderlerinin kendini halka indirgeyememesi kronik bir problem haline gelmiştir . Bir çok muazzam özelliğinin yanında kitle iletişimi zayıf olan İsmet Paşa dan sonra partinin başına geçen lider, ülkenin en afili okulu Robert Kolej den mezun centilmen Ecevit tir , ardından onu takip eden Erdal İnönü aslen bir fizik profesörüdür , halk ile teması yok denecek kadar azdır . Halefi Deniz Baykal ise kendine has antipatikliği ile nam salmıştır . Mevcut Genel Başkan ile ilgili yorumu siz değerli okuyuculara bırakıyorum . Onları mitinglerde veya köy meydanlarında değil daha çok grup toplantılarında ya da basın toplantısında boy gösterir buluruz .

Siyasi argümanları bu kadar haklı ve kuvvetli olan ; insanın onurlu bir yaşam sürmesi adına doğruya en yakın söylemi ve talepleri geliştiren bir siyasi hareketin bu açmaza düşüyor olması büyük bir talihsizlik . Seçkinci , elitist ve snob kalmayı ideallerini gerçekleştirmeye yarı bilinçli olarak yeğlediğini düşündüğüm sol siyasi kadroların bu kronik problemden kurtulup , tarihin onların omuzlarına yüklediği büyük sorumluluğun bilincine varmalarını dilemekten başka çaremiz yok .

Aksi halde , sol iktidarları görmek için her seçim öncesi ABD de olduğu gibi bir Covid 19 salgını ve yönetim fiyaskosunu tecrübe etmemiz ( herkesin üstünde ittifakla birleştiği konu , Trump ın son 4-5 ayda ki kötü salgın yönetimi olmasaydı , Demokratların sandığa gömüleceği hususu ) , ya da 1999 da Türkiye de DSP iktidarını hazırlayan terörist Abdullah Öcalan ın yakalanması gibi istisnai durumları beklemek, bu durumlar haricinde de sığ sağ popülizme maruz kalmak durumunda kalacağız .

ABD Seçimleri , Kapitalizm ve Popülizm…

Bu yazıyı kaleme almaya başladığım seçim gecesinin geç saatlerinde , henüz kesin sonuçlar belli olmamakla birlikte , Cumhuriyetçi Trump ın , anketlerin aksine , delege hesabı yapıldığında kazanmaya yakın olduğu ortaya çıkmaya başlamıştı . Bu durumun an itibariyle uluslararası çevrelerde şoke edici bir haber olarak algılandığını görüyorum .

Sonuçta gün sonunda seçimi kazanıp kazanmayacağı konusu benim ilgi alanım dışında ama tarihte eşine az rastlanır bir kötü yönetim örneği gösterdikten sonra bile bu kadar büyük bir oy başarısı gösteriyor olmasını incelemeye ve anlamaya değer buluyorum .

Bu oy başarısı ,  Dünya çapında devam edegelen popülist siyasetçi/düşük nitelikli seçmen alışverişinin iyice kemikleşip zemin kazandığı küresel çapta bir siyaset geleneğinin hayatımıza yerleştiğinin kesin ve somut kanıtı olarak algılanabilir artık . İngiltere , Fransa  , Macaristan, Brezilya , Rusya ve Polonya da iktidarda olan , Letonya ,Bulgaristan , Yunanistan , Slovakya ve Avusturya da koalisyon ortağı olan hemen hemen aynı çizgideki anlayış , insanlığın Rönesans ve Reform hareketlerinden itibaren biriktirdiği kazanımları kaybetme riskini hepimizin önüne geitiriyor .

Peki sorun nerede ? Popülizme kaymadan kaliteli siyasetçi /seçmen ilişkisinin kurulabildiği Almanya , Danimarka , Norveç , İsveç , Finlandiya , Avustralya ve gibi diğer ülkeler ile bu ülkeler arasında ki fark nereden kaynaklanıyor ?

Sorunun majör yanıtı bence öncelikle ekonomik sebeplerde aranmalı .  Kanımca ,çok değerli iktisatçı ve yazar Ege Cansen in ifade ettiği ‘’Ekonomide Her Sorun  Gelir ve Servet Dağılımına Çıkar ‘’ önermesi bize bu anlamda önemli bir çalışma alanı veriyor . Popülizme kayan demokratik ülkelerin ortak sorunu ülkede yaratılan katma değerden yeterince pay alamadığını düşünen kızgın halklar topluluğu ve bunu siyasi rant değirmenine çeviren düşük profilli siyasetçiler . Trump , Macron , Boris Johnson , Bolsanaro gibi siyasetçilerin ortak özelliği toplumun sayıca ekseriyetini tesis eden alt orta kesimin zenginliğin uzağına düşen yaşam yolculuğunu kendi seçim sandığının yanından geçirebilme yeteneğine sahip olması .

Bu  durum son yıllarda uluslararsı siyaset retoriğine o kadar etki etti ki , geleneksel sağ/sol kategorizasyonunun tekrar değerlendirilmesi gereği kendiliğinden ortaya çıktı . Sağ eğilimi dolayısıyla Kapitalist refleksleri ile bilinen Cumhuriyetçi Partinin Başkanı Trump iktisat sözlüğünde Merkantilizm olarak bilinen Korumacı politikaları uygulamaya geçirip ABD de ki işçilerin büyük ABD Firmalarının uluslar arası pazarlarda kazandıklarından yeterli payı alamadığını iddia ederek gümrük vergilerini artırıp bu firmaların yurtdışındaki üretim tesislerini ülkelerine geri çağırıyordu .

Uluslarası ekenomik küreselleşmenin gümrük bariyerleri kaldırılarak , sağlıklı ve serbest işleyişinin temini amacıyla ABD eliyle 1995 de kurulan Dünya Tİcaret Örgütünün bugün artık en büyük muhalifi örgütün kurucusu ABD . Örgütün işleyişini bloke etmek için elinden gelen her çabayı gösteriyor . Sebebi , yine zamanında kendi eliyle büyüttüğü Çin Halk Cumhuriyeti ekonomisinin geldiği nokta itbariyle ABD nin imalat sanayinde çalışan orta sınıfın varlığına en büyük tehdit haline gelmesi.

Çelişkiler yumağının diğer bir ucunda ise yine geleneksel olarak Cumhuriyetçi kanadın destekçisi olan büyük ABD sermayesi Trump ın uluslar arası yatırım menfaatlerine ters politikaları ile taraf değiştirmesi var . Amacı sadece ve sadece kar maksimizasyonu olan şirketler ile siyasetçiler ile şirketlerin menfaatleri ayrı zemine düşmeye başladığından beri bu böyle . Basitçe örneklendirerek söylersek Apple ın Çin de ki fabrikasında ürettiği her IPhone hem kendi kasasına hem Çinli işçiye kazandırıyor . Ama oluşan bu artı değerden ne ABD orta sınıfına , Çin Vatandaşları ABD Başkanlık seçimlerinde oy kullanamadığı sürecede (!) , ne de Popülist ABD li siyasetçi menfaat sağlayabiliyor .

İşin en kötü tarafı ise popülist siyasetçinin dünyanın neresinde olursa olsun bu zıtlık ve adaletsizliği kendine sonsuz oy potansiyeli olarak görüp el altından kronikleştirme çabası . Sürekli karşıtlık ve  mağduriyet  yaratarak oluşan gerilimden menfaat sağlamak . Bunun içinde ülkesinin yazar çizerini, entelektüelini, , gazetelerini , TV kanallarını hedef göstermek , yargı erkini ve devlet kadrolarını siyasallaştırmak gibi son derece tehlikeli aksiyonlar var . Bizler gibi demokrasi kültürü görece zayıf ülkelerde gözlemlenen ve artık normal kabul edilen bu durum  , ABD gibi bir ülkede bile siyaset söyleminin ana çerçevesini çizer hale geliyor .

Tabloya tersten bakacak olursak , demokrasi macerası bu olumsuzlukların çok uzağına düşen yukarda adı geçen ülkeler neyi farklı yapıyor da bu tuzağa düşmüyor diye baktığımızda , yine majör cevabı ekonomide ve ondan hareketle ‘’ Gelir Dağılımı Adaleti’’nde buluyoruz . Ülkede yaratılan katma değerin yüksek vergi oranları ile devlet eliyle toplumsal rehafın tesisi için tekrar topluma geri döndürülmesinden bahsediyoruz . Yüksek kaliteli eğitim sürecinden geçen ortalama vatandaş , gerek mesleki yeterlilik ve donanım gerek siyasi bilinç  alanında elde ettiği kazanım ile çağdaş ve ilerici toplumun bir parçası olmayı başarıp , ucuz siyasi söylemlere prim tanımıyor .

Bu ülkelerde cari olan ‘’Sosyal Refah Devleti ‘’şeklinde tanımlanan ‘’ Dizginlenmiş ve Terbiye Edilmiş Kapitalizm ‘’ anlayışı bize asıl önemli olanın  ‘’ne kadar para ‘’kazanıldığı değil , o para ile ‘’ ne yapıldığı ve nasıl dağıtıldığı ‘’ sorusuna verilen cevabın olduğunu gösteriyor ..

Bilmek, anlamak, çözümlemek ve yaşamak..

Kendimi bildim bileli entelektüel bilginin insanı gerçek  anlamda tatmine ve mutluluğa götürecek yegane yol olduğunu düşünmüşümdür. Başlıktaki sıralama bu bakımdan anlamlı bir sıralama ; okuyup nesnel bilgiye ulaşmak , ulaştığın bilgi ile olup biteni anlamak , anladıklarınla karşına çıkan konuları çözümleyebilmek ve en nihayetinde çözümleyebildiklerin ile de yaşama hak ettiği anlamları yükleyerek onu iyi yaşamak .

Çok ama çok yanıldığımı anlamam için yıllar geçmesi gerekti . Bu yanılgıyı fark ettiğimde , önce bilmek için harcadığım onca emeğe mi yanayım yoksa bunların son kertede ki iyi yaşamak ülküsü ile hiç ilgisi olmadığını anlamama mı yanayım bilemedim .. Elbette bir tek ben değilim bu tuzağa düşen diyerek zaman içinde kendimi  avutmayı becerdim . Bunu başarırken de Felsefecilerin Felsefecisi Aristotales in ünlü Metafizik eserinin girişindeki cümlenin popülaritesi ve genel kabulu bana çok yardımcı oldu . Orada : ‘’ Her insan doğası gereği bilmek ister ‘’ der . E demek ki herkes doğal olarak bilmek istiyorsa , bu yolda sarf edilen çabanın yemek içmek gibi yaşamsal faaliyetlerden bir farkı olmadığını kabul etmek en doğru yaklaşım olurdu . Öyle değilmiş …

Bu yanılgının temelinde insanoğlunu doğa içinde olduğu yerden alıp , ona aşkın ve  kutsal anlamlar yükleme çabamız vardır . Yani insanı doğa içindeki diğer canlılardan ayırma refleksini onun düşünebilme yeteneğine havale etmenin doğal sonucudur bu . İnsanoğlunun diğer canlılardan belirli oranda üstün olarak geliştirdiği düşünebilme yetisini överek , idealize ederek ve kutsayarak yine bu yetisi sayesinde tatmini , mutluluğu elde edip yaşama anlam verebileceği ve son aşamada da iyi yaşamak ülküsüne ulaştıracağı yanılgısından bahsediyorum .

Kendine aşkın , kutsal anlam yükleme konusunda kimseyi suçlamıyorum , yanlış anlaşılmasın , ne dinleri ne felsefe akımlarını ne de başkaca bir retoriği . Bu işin doğası gereği ortaya çıkan bir sonuç , bir kere elinize hiçbir canlıda olmayan böyle büyük bir zihinsel kapasite verilmiş , siz de elinizdeki bu güç ile bir güç zehirlenmesi yaşıyorsunuz . Daha küçük bir çocukken , hayatın bir oyun olduğunu  gerçek olan bir tek ben olduğumu , etrafımdakilerin ise  rol yaparak beni hayatın gerçek olduğuna inandırmaya çalıştığı aklımdan geçerdi . Ünlü Truman Show filminden yıllar önce .. Hayata ve hayattaki yerinize , onu anlamanız yardımcı olan düşünce yetinize gerçekte olmayan aşkın anlamlar yüklüyorsunuz ..

Aslında tam tersi olmalı ve bu düşünme ve ayırt etme yetimize her gün lanet okumalı değil miyiz sizce de  ? Bir insanın kısacık ömrü ile sonsuz zamanı kıyasladığınızda  , bir kere öleceğini biliyor olarak alınan nefesin sayısının , sırça köşkte mi , yelin içinden estiği kulübe de mi alındığının ne kadar önemi olabilir ki ?.Bu çarptırılmış en acımasız ceza değildir de nedir ? Bir gün öleceğini biliyor olarak yaşamak , sevdiklerini geride bırakacağını bilmek ya da sevdiklerinin senden önce göçebileceği ve onu ilelebet kaybedeceğin kabulu ile yaşamak ..

Düşünme ve ayırt etme yetimizi, entelektüel düşünce ve bilgi zeminine taşıdığımızda ise şu soru geliyor zihnimize hemen :  siz hiç mutlu ve huzurlu bir düşünür , yazar veya felsefeci gördünüz mü ? Bu kavramları dilinden düşürmezken hayatlarının bu olgulara bu kadar uzak düşüyor olması garip değil mi ? Romantizm den çok bahseden kadınlardan nadiren şair çıkması , modayla çok ilgililerken tüm ünlü modacıların erkekler olması veya hatırı sayılır miktarda kadının zamanının çoğunu mutfakta geçiriyorken tüm ünlü şeflerin erkeklerden çıkması gibi bir garabet bu da ..

Sürekli bir doğum sancısı çeker gibi ızdırap içinde çetrefil paradigmaların pençesinde ki  bir düşünürün  hayatını , Anadolu kırsalında yaşayan 5 çocuklu , yağmuru tanrısal rahmet , kuraklığı ise şeytani müsibet gören , hiç düşünmeden atadan miras dinini tek gerçek kurtuluş yolu bilen , eğlenceyi köy kahvesinde iskambil oyununda ya da yeğeninin köy düğününde bulan bir çiftçi babanın hayatına kim tercih eder ? Düşünmek ; yaşamı iyi kılmak adına etkisiz bir çaba , tam tersine muhalif bir eylem bile denebilir.

Sözlerimi yine Schopenahuer ile noktalayayım ‘’ Düşünmek hayat için değil hayata rağmen olan bir eylemdir , düşünerek mutluluk arayışı insanoğlunun bir yaratılış kusurudur ve düşünmek yerine kahramanca yaşamak seçilebilecek en doğru yoldur ‘’.

Sanat , Sufizm , Sembolizm …

İnsanın gözlerini dünyaya açtığından itibaren gözlemleyebileceği kabaca iki alan ve evren var . İlki dış dünya , yani çevresi , ikincisi de fiziksel olarak kendisi ve iç dünyası . Bazı bilim insanları ve psikyatrlar bu ikisi arasındaki farkı ayırt etmeye başladığımız andan itibaren öznel bir bilince sahip bir birey olunduğundan bahseder . Yazımızın konusu bu değil , biz daha çok insanın dışarda ve içerde gördüğü ile ne yaptığından , ona nasıl şekil vermeye çalıştığından , bunu yaparken amacının ne olduğundan bahsetmek istiyoruz .

Bugün sahip olduğum düşüncelerin kurgulanmasında önemli pay sahibi olan bir akademisyen felsefeci ,  bir söyleşide : ‘’ Olan biten hemen hemen herşeyin arkasında ki dinamiği ve sebep sonuç ilişkisini anlayabildiğini ve bunun ona büyük bir huzur verdiğini ‘’ söylemişti .Burdaki söyleminden kasıt , bireysel ve sosyal davranışlar , inanışlar , tabular , varoluş vb gibi temel konuların ardındaki diyalektiğin farkında ve bilincinde olduğudur .Yani geçmişte yaşanan , bugün halen yaşanmakta olan ve ileride de devam edegelecek tüm bu hikayeleri , yükselerek , tepeden , total bir bakış açısıyla sebep sonuç ilişkisi içinde , determinist bir analizle yerli yerine oturtmaktan bahsediyor . Bu elbette kısa bir deneme yazısının konusu olamayacak derinlikte bir konu ama bize yine de benzersiz bir ipucu verir mahiyette .

Örneğin , sanatı salt sanat olarak ( sanat için sanat ) neden yaptığımız konusunda ki uzun zamandır süregelen sorularıma kapı aralayan bu deterrminist şablon , sanatın insanoğlunun zihinsel evrimi ile giderek yabancılaştığı vahşi dış dünyayı  yeniden yaratmak ve geldiği kavrayış düzeyine layık hale getirme çabası olduğunu farketmeme yardımcı oldu. Açıkçası bugüne kadar bu soruya , benim duyduğum ve okuduğum kadarıyla , verilen cevapları çok soyut , nedensellikten uzak ve fazla güzellemeci buluyordum . Evet , tam olarak bu sorunun yanıtını bulduğumu düşünüyorum . Sanat insanın Tanrı rolüne soyunarak artık uzak düşmeye başladığı doğal yaşam ortamındaki seslerin yerine yeni sesler  , renklerin yerine yeni renkler , mekanların yerine yeni mekanlar yaratıp bunlara kendi ruhundan üflemesidir .

Bir kez sanatsal üretim başladı mı , artık insan eli ile oluşmakta olan paralel bir evrenden bahsedebiliriz . Tanrılarının içinde barındığı , üstün yaratım yeteneğine sahip sanatçılarından mürekkep bir Pantheon vardır artık . Bu yeni evren damıtılmış zihinlerin hayal ettiği dünyaya o kadar uygundur ki , bu yeni sesleri dinlemekten , yeni renklere bakmaktan kendilerini alamazlar .Görsel , işitsel ve duyusal şölen hiç bitmeyecekmiş gibi gelir ama artık rüyadan uyanma vaktidir . Zira bu bir ilüzyondur . Büyük bir yanılsamadır .İnsanların hala çok büyük bir çoğunluğu için milyonlarca yıldır süregelen vahşi doğanın kanunları olanca gücüyle  hüküm sürmektedir . Yemek için savaşmakta güç için kan dökmektedir .

Yazının başlangıcında söz ettiğimiz diğer evren olan insanın iç dünyasına gelecek olursak , yine aynı nedensellik içersinde kişinin bu kez kendi iç alemini yeniden tasarlama çabasına tanık oluyouz . Evet yine evrimsel gelişim sürecinde incelen ruhu , artan duyusallığı paralelinde kendi vahşi doğasıyla heaplaşmasından bahsedecğiz insanoğlunun .

Dışa vurumunu pek çok farklı tutum , davranış ve yaklaşım ile  gözlemleyebildiğimiz bu tavır , kişiden kişiye vejetaryenlik , hayvanseverlik,  cinsiyet eşitçiliği ,  mülkiyet karşıtlığı , halkların ve ırkların eşitliğinin savunuculuğu , savaş karşıtlığı , pasifizm vs olarak karşımıza çıkmaktadır . Saydıklarımızın hemen hepsinin son iki- üç  yüzyılın icadı  kavramlar olduğu noktasında dikkatinizi çekmek isterim . Ben bu anlamda bizim toplumsal belleğimizle bağı olan ve daha kadim bir disiplinden bahsetmeyi düşünüyorum ki  onun da genel ve kapsayıcı adı Sufizm .

 Köklerini Hint kültüründe bulan , ardından İran ın kadim Zerdüşt öğtetisi ile harmanlanan mistik displin, Arap fetihleri ile İslam ile tanışmış , ona kendini rengini vermiş , bugüne kadar uzanan tasavvuf geleneğinin temelini atmıştır . Pek çok insan , islami tasavvuf öğretilerinin İslam ın doğuşundan en erken 2 yüzyıl sonra ortaya çıktığını bilmez ve orijinal İslam öğretisinin bir parçası olduğunu zanneder . Oysa gerçek hiç te öyle değildir . Doğrusu , güçlü ve kadim Hint-İran kökenli mistik sufi geleneğin , kuralcı ve yavan Arap İslam öğretisini içselleştirebilmesi için onu bu yolla dönüştürmesi , hazmetmeye hazır hale getirmesidir  .

Yine çoğunluk Celaleddin-i Rumi ( Mevlana ) nin doğum yerinin bugün Afganistan ( doğduğu dönemde Hindista toprağı idi )  topraklarında yer alan Belh olduğunu bilmez . Kabaca Konya ya 4.000 km . O günün şartlarının mesafe algısı ile yorum yapmayı size bırakıyorum . İsimlerini tek tek zikretmeye lüzüm hissetmediğim ünlü Sufilerin hiç birisi İslam ın doğum yeri olan Arap Yarımadasına ait değildir . Ve bu asla tesadüf değildir . Çünki Arap yarımadasında sosyal ve kültürel hayat ilkeldir , ruhun tatmini dert değildir .

Sufizmde sanat gibi bir Reddiye dir . Sanat Dış Dünya ya bir Reddiye ise Sufizm de Vahşi İç Dünyamıza Reddiyedir . Erdemli olmak , dünya servetine bigane olmak , dünyevi iktidardan uzak durmak , az konuşmak , az yemek yemek , cinsel arzuya esir olmamak vb gibi .. Ama nihayetinde bu da bir ilüzyon ve yanılsamadır . İnsanın güçlü doğasına  karşı nafile çabalardır . Bu savaştan galip çıkan tarih boyunca iki elin parmağını geçmeyecek sayıdaki Sufi nin varlığı , bu uğraşın anlamlı bir uğraş olduğu yolundaki kabulumuzu sağlamlaştırmaya yetmez . Aksi yöndeki yüzlerce binlerce örnek ise tersini ispata yeterde artar bile .Yaşayarak şahidi olduğumuz son 30 – 40 yılda ; dünyevi güce , iktidara , paraya , şana , şöhrete ve cinsel istismara bulaşmış sözüm ona sufi tarikat liderlerinin yediği herzelerin külliyatı ciltler doldururken aksini iddia etmek en hafif tabiriyle saflık olur .

Başlıkta yer alan Sembolizme atfen ,  bir edebi akım ve onun usta yazarı olarak beni çok etklilemiş Ahmed Haşim in ‘’Yalancı Ay  ‘’ yazısını , yukarda yazdıklarımla bağlantı kurmanız düşüncesi ile beğeninize sunarak yazımı noktalamak istiyorum :

Yalancı Ay

Bütün gün kırlarda, deniz kenarlarında dolaştık. Güneş, hayale müsaade etmeyecek tarzda her şeyi vazıh ve berrak gösterdiği için yalnız gözlerimizle yaşadık ve hiç eğlenmedik. 
Ağaçların tozlu yapraklarını, kayalar üzerinde durup soyulan kertenkeleleri, denizin kirli suları altında cam kırıklarını, paslı tenekeleri, eski pabuç naaşlarını 
seyretmenin ne kadar çabuk ruha kesel verdiğini tecrübe etmeyen var mı? Güneşli geçen bir gezinti gününden sonra, akşamüstü eve mahzun ve nevmid dönmemenin mümkün olmadığını tecrübelerimle bilirim. Güneş, bütün gün, insana doğru fakat acı şeyler söyleyen bir arkadaştır. Onun ışığında eğlenmenin ve mesut olmanın hiç imkânı var mı? 
Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti: Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği müphem ve natamam bir âlem içinde idik. Artık her şeyi sarahatle görmek ve tahayyül etmek imkânının sarhoşluğu vücudumuzu, yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu. Etrafımızda, gündüzün bütün uyuz ağaçları yerine zengin bir orman vücud bulmuştu. Karşıda yemek yiyen fakir ailenin kirli kızları, yüzlerine vuran ay ışığı içinde birer murassâ hayal olmuşlardı. Denizin bulanık suları boşalmış ve onun yerine şimdi sahilin kumları üzerinde ziyadan bir mayi sallanıp bir şarkı söylüyordu. Dünyanın güzelliğinden korkmaya başlamıştık. Zira aydan akan büyünün saadetiyle ruhlarımız çatlayacak kadar dolmuştu. 
Ay! Ay! Yalancı ay! Zekâdan harab olanları dinlendiren hayal gibi, güneşten bunalanları da teselli eden sensin! 

Ahmet HAŞİM 
Bize Göre (1928) 

Limbik Aşktan Yüksek Aşka

Gerek daha önce bu konudaki yazılarıma gelen yorumlar ,gerekse konunun tamamlanma ihtiyacı bu yazıyı gerekli kılmış oldu . Daha önce ki yazılarda  Aşk ın morfolojisi ve varoluş sebebi üzerine düşüncelerimi paylaşmış ve doğanın biz gelişmiş primatlar olarak üreme saikiyle nasıl bir aşk iksiri hazırlayıp aklımızı başımızdan ‘’ bir süreliğine ‘’ aldığını (felsefe ve bilim insanlarının görüş ve  araştırmaları ışığında  ) ifade etmiştim . Beyinlerimizin limbik sistem denilen ve daha çok dürtüsel işlevlerinin vuku bulduğu bu bölümdeki kimyasal ve hormonal değişikiliklerle tetiklenen aşık olma halinin , ‘’ üreme misyonu ‘’ tamamlanıp ortaya çıkan insan yavrusunun belirli bir olgunluğa gelene kadar sürdükten sonra ,  yine aynı sistem içinde belirli bir süre sonra kaybolup , yoğun duygusal etkileşimin buharlaşıp yok olmasından bahsediyorduk .

Elbette Aşkın yalın olarak morfolojisi ve varoluş diyalektiğini açıklayıp orada bırakmak , biyolojik evrimin macerasının en üst basamağındaki türümüzün kültürel ve sosyolojik evrimini hiçe saymak olacaktı . Ama yine de kavram olarak Aşk ı önce silkeleyip üzerine yapışmış büyülü ve abartılı yakıştırmalardan kurtarıp doğru bir zemine taşımanın önemli bir önceleme olduğunu düşünüyor , bunu da layıkıyla anlatabildiğime inanıyorum .

Şimdi sıra geliyor Aşk ın biyolojik yakıtı tükendikten sonra bu ilişkiyi devam ettirme sorunsalını incelemeye . Genetik olarak bize benzeyen tüm primatlar içerisinde tek eşli yaşama eğilimi gösteren yegane canlılar olarak bizlerin son birkaç milyon yıldır geliştirdiği sosyal örüntü içerisinde aile olmanın önemi yadsınamaz . Önem kelimesini kullanmam tesadüfi değil , çünki türümüzün özellikle yerleşik hayata geçtikten sonra ortaya çıkan hukuki ve sosyal gereksinimlerinin sonucu olan aile kurumu , geçtiğimiz yüzyılın sonlarına kadar orijinal anlam ve önemini korumayı başardı . Tek eşli ve çok cocuklu , içine bağlı aile örgüsü çok büyük oranda evrensel kabul görerek işlevini devam ettirdi .

Diğer yandan , yine geçtiğimiz yüzyılın sonlarından itibaren günümüze kadar gelen süreç içerisinde bu anlam ve önem özellikle post endustriyel toplumlarda yerini ve değerini kaybetmeye başladı . Genellikle gelenekselliğin ve dini kurumların temelden sorgulandığı refah toplumlarında ortaya çıkan bu tutum , kadın farkındalığı ve kadın haklarındaki kazanımların da tetiklemesi ile ivme kazanarak güçlendi . Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin modernist ve görece refah seviyesi yüksek toplumsal katmanlarında da bu etki son 30 yılda derinden hissedilir oldu .

Oldu da iyi mi oldu ? Hem evet hem hayır ! işte burası yazımın en can alıcı bölümü : bazen dostlarım yazılarımı okuduktan sonra , peki iyi teşhis etmişsin ama çözüm yazmamışsın derler . Bir çok konuda bu mümkün değil ama bu yazı bir istisna . Yani hem teşhis koyup hem reçete yazılabilir . Paragrafın başındaki soruya gelelim , oldu da iyi mi oldu , evet iyi oldu çünki işlevsel amacını yitirmiş bir kurumun işlevsiz geleneksel anlamından kurtarılıp güncel ve doğru zeminde konuşuluyor olması doğru oldu . Hayır iyi olmadı çünki toplumun kılcal damarlarına işlemiş binlerce yıllık geleneksel yapının yerine hemen bir şey koyamadık . Ayrılanlar telaşla yerine bir şeyler koymaya çalışırken mutsuzluk devşirdiler çoğunlukla hayatlarına .İngilizlerin güzel bir sözü vardır ; Hep aynı hatayı yaparak farklı sonuç bekleyen tek tür insanlardır diye .

Farklı sonuç olarak almaya çalıştığımız şey , birlikteliklerimizde uzun süreli olmak , hep aynı hatayı yapmak ise güdüsel ve fiziksel beğeninin hayat bulduğu limbik sisteme boyun eğerek eş veya sevgili seçmek . Oysa bu ilkel sürüngen beyninin vaz ettiğinin doğasında kısa sürelilik var . Sinir bilimcilerin yaptığı labartuvar deneylerinde uzun süreli birlikteliklerini devam ettirme başarısını gösteren çiftlerin beyinlerindeki hücresel aktivitenin alttaki limbik sistemde  değil sonradan evrimleşerek bizi diğer canlılardan ayıran beynin üst kısmında olduğu gözlenmiştir . Yani bizler çift olarak birbirimizden ‘’ haz’’ alabildiğimiz ölçüde değil , konuşabildiğimiz , paylaşabildiğimiz , aynı duyarlılık ve önceliklere sahip olabildiğimiz ölçüde birlikte kalıp bundan mutluluk yaratabiliyoruz  .  

Yazması kolay yaşaması zor elbette , güdüsel seçilimden bilişssel seçilime sıçrama yapabilmek öyle her baba yiğidin harcı değil , aklın çelinmemesi pek zor  . Yani gözün vücut kıvrımlarından önce beyin kıvrımlarına takılmasından bahsediyorum . Yazarken bile ne kadar gerçekçi olabileceğini sorguluyor insan ister istemez ama beni de cesaretlendiren okuyucuların ortalama zihinsel yetilerine ve donatılarına olan güvenim ..

Limbik Aşktan Yüksek Aşk a doğru yolculuğumuzun ilk etabını yukarıda anlattıklarımla ‘’ Kimi Seçeceğiz ‘’ düzleminde tamamlamış bulunuyoruz. İkinci ve son merhalede ise ‘’Nasıl sonuna kadar birlikte kalacağız’’  sorusunun kendimce yanıtını vermeye çalışacağım .

Hepimizin malumu olduğu üzere tür olarak müşklpesent bir tavrımız var . Rutin den sıkılıyoruz . En çok sevdiğimiz yemeği 3 bilemedin 4 gün üst üste yiyebiliriz . En çok sevdiğimiz yerleri her gün görmeye gitsek buna ne kadar katlanabiliriz kestiremiyorum . Ama söz konusu insan ilişkileri olduğunda bizlerin eline 2 çok önemli pan zehir verilmiş . İlki özlemek , ikincisi kaybetme korkusu .

Özlemek konusu ayrıca bir açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak derecede anlaşılır sanırım . Evli bile olsalar çiftlerin birbirini özleyecek kadar bireysel yaşam mesafesi yaratmaları , birlikte bir çok şey yapmaktan zevk alabildikleri ölçüde bireysel olarak ta ayrı ilgi alanları ve zamanları olması gerektiğinden bahsediyorum ama benim için asıl üzerinde durulması gereken ‘’ kaybetme korkusu ‘’ .

Bana sorsalar , Evlilik kurumu olmasaydı çiftler birbirinden çok daha az oranda ayrılırdı derim . Yıllar boyu gözlemlerimle kemikleşmiş bir kanaat bu . Sahte bir koruma kalkanı yaratan hukuki bir akit , taraflara yine sahte bir güven ve emniyette olma hissi verip onların elinden birbirini kaybetme korkusunu alıyor . Hiç batmayacağını imza ile sabitlediğiniz bir şirketin ortağı olmak , hiç kaza yapmayacağını imza altına aldığınız bir otomobili kullanmak kadar saçma geliyor bana bu . Oysa bir gün batabileceğimiz endişesi ile şirketlerimizde her gün hesaplarımızı kontrol eder , müşterilerimizin memnuniyetinden emin olup yola bizle devam edeceğini bilmek isteriz .

Hiç evlilik olmasın da diyemem elbette , bu insanların mizacına ve geldikleri kültüre göre farklı anlamlar içerebilir farkındayım ama hiç değilse bunları bile sınırlı süreli akitler olarak ( örneğin her 5 yılda bir çiftlerin rızası ile yenilenebilir ) hayata geçirebiliriz. Yanlış anlaşılmak istemem asla , bütün bu yazılanlardan amacın ayrılık projeksiyonu değil , ‘’Sonuna kadar bir arada kalmanın ‘’  zihinsel egzersizi olduğunu tekrar hatırlatmak isterim ..

Son söz :  ‘’ Doğanın hormonları ve dürtüleri varsa bizimde her soruna çözüm üretecek entelektüel kapasitemiz var ‘’

Schopenhauer : Aşkın Metafiziği

Lev Tolstoy bir keresinde, ‘’Dünyada benim gibi düşünen bir tek bu adam mı var?‘’ demişti 1800lerin ilk yarısında yaşamış Alman filozof Arthur Schopenhauer için. Bundan habersiz, ben de yıllar önce Aşkın Metafiziği adlı kitabını okurken daha önsözde benzer hislere kapılmıştım.

Beni çok etkileyen bu giriş bölümde şöyle deniyordu : ‘’Aşkın Metafiziği, insanın, türün bir “bireyi” olarak kendi dışında bir yerde ve geçmiş zamanda yazılmış bir oyunun çaresiz edilgen aktörü olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. “Oyunun” senaristi olmasa da amaçlarının farkında olan ödünsüz merci, İRADE’dir. İrade, bütün canlı türlerin ideal tipinin korunup hayatta kalmasını sağlama kaygısı taşır. Türün bireyi (insan-hayvan) içine irade tarafından içgüdü halinde yerleştirilmiş dürtülerin doyum taleplerinin edilgen hizmetçisidir.’’

Öz olarak düşünür, insanoğlunun hayat macerasını başka bir el tarafından yazılmış bir senaryo, insanın kendisini de bu piyeste zorunlu bir aktör olarak görüyor. Aşkı ise bu senaryo yazarının hedefi olan türlerin devamının sağlanması doğrultusunda içgüdü olarak insanın içine konulmuş bir dürtü olarak görüyor. Fakat yanlış anlaşılmasını istemeyeceğim husus, düşünürün burada Aşk’a yüklediği anlam ile onu asla değersizleştirmeye çalışmadığıdır. Sadece ona insanların atfettiği değerler ile ele alındığı boyutsal düzleme itirazı vardır, yoksa kendi sözleri ile “Yüce ve duyarlı âşık ruhlar, görüşlerimin bu sağlam, sert gerçekçiliği karşısında istedikleri kadar yüksek sesle feryat etsinler; yanılmaktadırlar. Çünkü bir sonraki kuşağın bireyselliklerinin enikonu belirlenmesi, onların aşırı abartık, uçarı duygularından ve tensellik ötesi, bir anda sönebilen çalkantılardan çok daha yüksek ve onurlu bir amaç değil mi? Evet, yeryüzündeki (dünyevi) amaçlar arasında bundan daha önemli ve büyük bir amaç bulunabilir mi?’’ şeklinde ifade bulan görüş, Aşk’ın mekanik dünyada duygusal dünyada olduğundan çok daha fazla önem içerdiğini iddia eder şekildedir.

Schopenhauer’e göre, tür, bireyin üzerinde, ölümlü bireyselliğinkinden daha önce gelen, daha yakın ve daha büyük bir hakka sahiptir; ne var ki bireyin, türün hayatta kalması ve niteliklerinin oluşturulup korunması için ne zaman faal olması ve hatta fedakârlık yapması gerektiği, kısacası bu meselenin önemi, onun sadece bireysel amaçları hesaba katan zekâsına, gerektiği gibi etkili olmasını sağlamaya yetecek kadar kavratılamaz; bu nedenle, böyle bir durumda doğa hedefine ulaşabilmek için ancak bireyin kafasına belli bir vehim, bir hezeyan ve kuruntu yerleştirir ve bunlar sayesinde hakikatte sadece tür için iyi olan bir şey ona, onun kendisi için iyiymiş gibi görünür; o da kendisine hizmet ettiğini vehmederken aslında türe hizmet eder. Bu olayların seyri sırasında, olup bitenin hemen ardından kaybolup gidecek olan bir hayal, bir kuruntu gözlerinin önünden gitmez ve motif olarak bir gerçeğin yerini tutar. Bu vehim, hezeyan ya da kuruntu, içgüdüdür. Onu çoğu durumlarda türün, türü biçimlendiren şeyi iradeye gösteren duyusu olarak görmek gerekir. Gelgelelim, irade bu bağlamda bireyselleşmiş olduğu için, türün duyusunun ona sunduğu şeyi, bireyin duyusu üzerinden algılar; anlayacağınız, gerçekte sadece genel (sözcüğün asıl anlamında) hedefleri kovalarken kendi bireysel amaçlarının peşinden gittiği sanısına kapılır. İçgüdünün dış görünüşünü, onun en iyi ve en önemli rolü oynadığı hayvanlarda gözlem­leriz; ancak onun iç seyrini, bütün iç şeyler gibi, sadece kendimize bakıp öğrenebiliriz. Gerçi insanın, yeni doğan bebeğin anne göğsünü bulup ona yapışmasının dışında bir içgüdüsü bulunmadığı düşünülür. Oysa gerçekte, çok belirli, belirgin, hatta karmaşık bir içgüdümüz vardır; anlayacağınız, öteki bireyi cinselliğin tatmini için öylesine hassas, ciddi, inat ve ısrarla seçip ayıklayışımızda kendini belli eden şeydir bu. Kendinde ele alındığında, yani bireyin acil, bastıran ihtiyacına dayanan tensel bir haz olarak görüldüğü ölçüde bu tatmin ile öteki bireyin güzelliği ya da çirkinliği arasında hiçbir alaka, nedensel bir bağ bulunmamaktadır. Buna rağmen bunları dikkate alan o kılı kırk yaran seçme ayıklamayla birlikte güzellik ve çirkinliğe öylesine önem atfedilmesi besbelli ki o öyle sansa da, seçenin kendisi ile değil de hakiki amaçla, yani meydana getirilecek olan ve benliğinde türün tipinin olabildiğince katıksız ve doğru korunup sürdürülmesi istenilen yeni bireyle ilintilidir.

Sonucu evlilik olan aşk serüvenleri için ise, “Aşka dayalı evliliklerde taraflar kendi mutluluklarını arttırdıklarını sanırlar. Oysa gerçek amaçlanan, kendilerine yabancı bir amaçtır; bu amaç, sadece onların dünyaya getirmesi mümkün olan bir bireyi meydana getirmektir. Bu amaçla bir araya getirilen sevgililerin bundan böyle, ellerinden geldiği sürece geçinmeye çalışmaları gerekir. Ne var ki bu birliktelik, o tutku halini alınış sevginin özü olan içgüdünün hizmetindeki vehim ve sanı üzerinden bir araya getirilmiş çift, çoğu zaman başka özellikleriyle olabilecek en uyumsuz vasıfları, yapısal özellikleri taşıyacaklardır. İşte bu uyumsuzluklar, zaten zorunlu olduğu için, onları bir araya getiren spekülatif önkabuller ortadan kalkınca su yüzüne çıkarlar. Bu nedenle de aşk üzerine kurulmuş evlilikler kuralda mutsuzluklarla sonuçlanırlar. Ama zaten bilindiği gibi, genelde mutlu çiftler çok azdır; bunun nedeni, bizatihi evliliğin özünde, şimdiki kuşağın değil, gelecek kuşağın mutlu olmasına yönelik temel amacın yatmasıdır.’’ der Schopenhauer.

Sanırım yukarda yazılanlar ile ortaya koymaya çalıştığım bakış açısının temel hatları net bir şekilde anlaşılmıştır. Daha önce yazdığım ‘’Kukla” başlıklı yazımda da aynı kavramsal düzlemde düşüncelerimi ortaya koymuştum ama Aşk elbette başlı başına bir yazının konusu olmayı hak ediyordu.

Kendi yaşamsal deneyimlerimden de fazlasıyla beslenip etkilendiğim ve zihnimde belirgin şekilde somutlaşan bu bakış açısı birçoğumuza tatsız tuzsuz ve ruhsuz gelecektir elbette. Haksız sayılınmaz. Kimse bunca şiiri, romanı, besteyi ve güfteyi yok saymak istemez . İnsanlığın kültürel mirasının en önemli yapıtlarınından olanları değersizleştirmeyide kabullenemez ama insanoğlu olarak geliştirdiğimiz entelektüel zihinsel kapasitemiz bize gerçeği bilerek de sevebilmeyi öğretir.

Yazıma Nicolas Boileau’nun anlamlı sözüyle son veriyorum:  “Rien n’est beau que le vrai, le vrai seul est aimable.” ( Gerçekten başka hiçbir şey güzel değildir; yalnız gerçektir sevilmeye değer.)

İdeolojilerin Araçsallığı

Başlığın böyle havalı soyut ve anlaşılmaz durduğuna bakmayın konu aslında çok basit ve anlaşılır ama kısa bir başlıkla anlatabilmek araçsallık kelimesi ile mümkün olabildi .

Hemen konuya girelim , ideolojinin ne olduğunu hemen hepimiz biliyoruz . Bilmeyenler içinde basit bir anlatımla ‘’ hayat görüşünün formüle edilmesi ‘’ şeklinde ifade edilebilir . Örnek verelim : Komünist ideoloji temelde ekonomik araçların mülkiyetini birey yerine kamuya verir ve toplumun refahının bu şekilde sağlanacağına inanır . Siyasi gücün ve onun meşruiyetinin Tanrı gibi herhangi bir kutsal varlık tarafından değil , halkın özellikle de emekçilerin iradesi ile vücut bulduğunu söyler . Kapitalizm de aşağı yukarıya bunun tam tersini iddia eder.İnanç sistemleri de bir dünya görüşü vaz ettiğinden birer ideolojidir.  İslam ideolojisi malum Allah ın yaratan olduğunu Hz Muhammed in de onun elçisi olduğunu , ebedi kurtuluşun ancak buna iman ile elde edileceğini salık verirken Hristiyan ideoloji yaratanı Allah olarak kabul etmekle birlikte peygamberi Hz İsa nın aynı zamanda onun oğlu olduğu temelinde ayrışıp diğer ayrıntılarda farklılıklar çeşitlenip derinleşir .

İdeoloji tanımının anlaşıldığını düşünerek bir sonraki aşamaya geçelim . Araçsallaştırmak ne demek ve burda kullanıldığı anlamıyla ne anlatılmak isteniyor ? Yukarda örneklerini verdiğim ideoloji örneklerinin dünyayı altüst eden , akışını değiştiren çok büyük fikirler ve akımlar olduğu su götürmez gerçektir . Alt üst olması demek gerçekten altın üste gelmesi , akış değişirken de akan şeyin daha önce sulanan tarlayı değil yeni bir tarlayı suluyor olması sözcüklerle verdiğim metaforik ipuçları aslında .

Yani ne söylediğinden bağımsız olarak ideolojilerin ortak yönü eğer başarabilirse toplumun altını ( mevcut sistemden beslenemeyenleri ) üstüne ( yeni sistemin yeni sahipleri haline )  getirme hayalini kurar ve devrimciler/siyasiler  ideolojileri araç olarak kullanıp bunu  iktidarı ele geçirmenin bir manivelası olarak kullanır  . Burası konunun ve düşüncemin can alıcı yeri olduğu için , söylemek istediğimin tam olarak anlaşıldığından emin olmak istiyorum . İdeolojinin mucitleri ya da siyasi savunucuları ideolojinin savunduklarına kendilerinin olan inancından daha ziyade geniş toplum katmanlarının en azından onu iktidara taşıyacak miktarının bu ideolojiye inancını görmek isterler . Çünkü ideolojinin tuzağı vaz edildiği toplumda zaman içinde oluşmuş travma ve kırıkları itina ile toplayıp üzerine elma şekeri bulayıp fare kapanının tam ortasına koymaktan geçer .

Yine örnekle anlatalım , Çarlık Rusyasının çağ ve akıl dışı yönetimi altında ezilen çoğunlukla köylülerden oluşan halkı açlık , kıtlık ve sonu gelmeyen savaşlardan yılmış , tüm zenginliği elinde bulunduran aristokratlara nicedir kan emici vampirler gözü ile bakmakta , toplumda oluşan çaresizlik, gerginlik adeta onu tetikleyecek bir el beklemekteydi . Biriken bu muazzam potansiyel enerji herkesin malumu olduğu üzere 1917 Ekiminde  dünyanın gördüğü en büyük devrimin ateşleyicisi oldu . İşin garibi devrimin önderi veya ideologlarının hemen hiç biri köylü ya da ezilenlerden değildi . Getirdikleri yeni düzende değişen tek şey ezenlerin değişmesi ezilenlerin aynı kalması idi .

İsa Peygamber , güçlü Roma İmparatorluğunun baskısı ve zulmü altında nicedir ezilen Yahudi halkının içinden , bu baskın otorite karşısında yok olmakta olan halkının benliğini tekrar kazandırmak üzere ortaya çıkmış romantik ve hümanist bir figürdür. Ne gariptir ki  ,onun baskıcı otorite karşısında bireyi ve bireysel ahlaki erdemi önceleyen ideolojisi , ondan türeyen hristiyan kilise hiyerarşisinde tam tersi bir yönde pratik kazanmış , Roma İmparatorluğunu mumla aratır bir baskı , zulüm ve cinayet şebekesine dönüşmüştür .

Demek ki yaşanılan şey , toplumda zaman içerisinde oluşan sosyo ekonomik fay hatlarının zeki politik aktörler tarafından keşfedilip idolojik ambalajlarla sarılıp , kendi istila ve gücü ele geçirme hareketlerinde bu fay hatlarından türeyecek enerjiyi kullanarak ,  bir koç boynuzu haline geitirlmesidir . Bir kere güç ele geçirilmeye görsün ardından yaşanan süreçte nerdeyse birbirinin aynı güzergahı takip ediyor . Yeni muktedir onu iktidara getiren araç olan ideolojik temellerinden ve söylevlerinden  gittikçe uzaklaşıp , ele geçirdiği gücü her ne pahasına olursa olsun muhafaza etme önceliği haline geliyor .

Bizden bir örnekle konuyu daha da anlaşılır hale getirelim. 90 lar boyunca Türkiye bir ekonomik krizden diğerine sürüklenir haldedir . Kısır siyasi çekişmeler kronik hal almış ,Türkiye Ata sının koyduğu muasır medeniyet seviyesi hedefinden gittikçe uzaklaşmaktadır . Yılgınlık ve bıkkınlık topluma hakim , yolsuzluk ve rüşvet skandalları bir birini izlemektedir. Açığa çıkan kirli siyaset-mafya ilişkileri kızgınlığın dozunu artırmaktadır. Ülkenin asıl sahibi olarak kendini gören askeri bürokrasinin katı laikçi uygulamaları ile siyasete yön verme hevesi , üniversitede baş örtüsü yasağı gibi tatsız konular halk ile siayasi elitin arasına kalın bir duvar örmektedir .

Toplumda oluşan fay hatları , zayıf koalisyon hükümetlerinin sendelemelerini taşıyamayacak bir hale geldiğinde ideolojik temelli bir iktidar değişikliği kaçınılmaz hale gelmişti . İslami ideoloji , Genç Cumhuriyetin kurucularının güçlü laik refleksleri ile uzunca bir süre iktidardan uzak tutulmuştu ama 90 lı yılların kokuşmuş siyasi elitine karşı iyiden iyiye bilenen halkın karşısına tam da halkın anladığı dilden konuşan ve yukarda sayılan birikmiş olumsuzlukları siyasi söyleminde onu iktidara taşıyacak bir koç boynuzu ve manivela olarak marifetle kullanan bir siyasi hareketten söz ediyorduk artık .

Öyle ki uluslararsı planda öncelikli hedefini AB Tam üyeliği olarak koyan dış politika yaklaşımı , ekonomik istikrardan hiç ödün vermeden atılan güven veren adımlar , sağlık ve adalet sisteminin kronikleşmiş sorunlarına geirilen ivedi ve yüksek kaliteli çözümler , azınlıklara karşı hoşgörülü ve hukuk devleti zemininde kapsayıcı yaklaşımlar ezber bozan bir icraatlar dizisinin habercileri idi . Ülke tümden bir ilüzyon mu yaşıyordu yoksa ebediyen sürecek bir lale devrini şaşılacak ta olsa siyasi islam eliyle deneyimleme noktasında mıydı ? Sorunun cevabını öğrenmek için yaklaşık 8-9 yıl beklenmesi gerekiyordu ve ne yazık ki duymak isteyeceğimiz türden değildi .

Başka bir örnek te tam zıt kamptan sol ideolojinin sembol isminden gelsin . 70 ve 80 lerin sol hareketine önderlik etmiş politik nezaketi , beyefendiliği , şairliği ve romantizmi ile tanınan lider bir süredir özlediği iktidar fırsatını yakalamış ama ilerleyen yaşı ve sağlığı artık bu hassas görevi yerine getirmesine müsaade etmeyecek noktaya varmıştı . Öyle ki demeç ve röportajlarında artık kelimeler arasında uzun boşluklar oluyor , kelimeler doğru telafuz edilemiyor , icranın başı destek almadan yürüyemiyordu . Herkesin ondan beklediği, ülkenin en önemli makamından kendi rızası ile çekilip yerini yine kendi partisinden kendi belirleyeceği ehliyetli birine terk etmesiydi . Ama olmadı, olamadı .. Onun yerine olan toplumun her kesiminde hissedilen tam bir hayal kırıklığıydı . .

Yazımı çok sevdiğim değerli bir hocamın sözleri ile bitirmek istiyorum : ‘’ İnsanoğlundan tüm kötü huylarını tek tek bırakmasını istediğinde onu en son terk eden baş olma sevdasıdır ‘’