Demokrasinin açmazı : Popülizm

Lise yıllarımın başından itibaren siyasete yoğun ilgi duymaya başladığımı hatırlıyorum .Doğal olarak bu ilgi beni üniversite tercihimi yaparken de bu yöne iterek çok istediğim , tercihlerimin de en üst sıralarında ki Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümüne girmem ile karşılığını bulmuş oldu .

Bulmuş olmasına buldu ama daha ilk günden başlayarak bir takım olumsuzluklarda beraberinde gelmeye başladı . Okulun açılış töreninde konuşan bölüm başkanı Prof Yaşar Gürbüz bu bölümün öğrencilerini meslek sahibi yapmadığını sadece hayata bir bakış açısı kazandıracağını , bölümden az da olsa siyaset bilimci veya diplomat , kaymakam , vali gibi kamu yöneticisi de yetişebileceğini ama çoğunlukla hayatın her alanında kendine yer bulacak donanımlı ama farklı meslek gruplarında insanlar olacağını açıklıkla ifade etmişti .

Etrafımdaki okul arkadaşlarımdan homurdanmalar yükseldiğini hatırlıyorum , binbir emekle kazanılmış yüksek puanlı bir bölümün başındaki otoriteden duymak istemedikleri yönde bir açıklama olduğu besbelli idi . Hele bir de üzerine eğitim dili Fransızca olduğu için , benim içinde olduğum grup gibi ilave bir zaman gerektirecek hazırlık sınıfı düşünüldüğünde durum daha da can sıkıcı oluyordu . Açıkçası beni pek etkilememişti konuşmasının bu kısmı çünki ben işin meslek eşittir düzenli gelir kısmını pek de düşünmüyordum henüz, çiçek tarlasındaki arı misali haklı ünleriyle okulda ders veren Türk ve Fransız eğiticiler beni daha çok ilgilendiriyordu .

Ama yıllar geçtikçe de bu yüksek kaliteli yoğun eğitimden geçen bizlerin , icracılarının meslek erbabı olarak kabul edilmediği  ‘’Siyaset Dünyası ‘’n da bu birikimi kullanamayacak olmasına içerlemeye başlamıştım .. Yine bir gün bir derste bir Fransız Profesör Türkiye de siyaset ile uğraşmanın çok talihsiz bir uğraş olduğunu , bilgili bilgisiz herkesin fikir beyan ettiği  , kahve köşelerinde futbol konuşur gibi ve taraftarı olunur gibi siyaset konuşulduğundan bahsediyordu .. Oysa Fransa da siyasi konuların belirli birikimi olan insanların derinlikli sohbetlerine konu olabilecek değeri gördüğünden söz edip umutlarımızı bir kerte daha soldurmuştu . Bu sonuncusu çok önemli , çünkü söyledikleriniz veya düşünceleriniz ancak karşıdakinin anlama ve yorumlama kapasitesince anlam ve karşılık bulabiliyor . Burada bir açmaza doğru gidildiğini anlamaya o zaman başlamıştım . Halkın yönetim biçimi olan demokrasi ve onun çatısı altında özgürce yapılabilecek siyaset bilgisiz kalmış veya bırakılmış ama bu konuya çokça hevesli bir toplum ile doğru bir düzlemde nasıl yapılabilir ?

Cevabı aramak için demokrasi kavramının mucidi olan Antik Yunan a başvurmak en akıllıca iş olsa gerek . Sokrates, öğrencisi Platon tarafından yazılan diyaloglarda, demokrasi hakkında derin endişelere ve pesimizme sahip biri olarak tasvir edilir. Platon’un 10 kitaptan oluşan meşhur Cumhuriyet (Republic) isimli eserinin 6. kitabında Sokrates, Ademantus isimli bir diğer karakter ile demokrasi hakkında sohbet eder. Sokrates bu kısımda Ademantus’a demokrasinin eksiklerini ve hatalarını göstermeye ve anlatmaya çalışır. Bunu yapmak için Sokrates, toplumu bir gemiye benzetir.

Sokrates şöyle sorar:

Eğer ki deniz yoluyla bir yolculuk yapmak isteseydin, geminin kontrolünün kimde olacağına nasıl karar verilmesini isterdin? Rastgele ve herhangi bir grup insan tarafından mı, yoksa deniz seyahatleri konusunda deneyimli, bilgili ve eğitimli insanlar tarafından mı?

Ademantus’un cevabı çok açıktır: Elbette ki ikincisi! Sokrates’in buna cevabı ise şu şekildedir:

Peki bu durumda nasıl olur da, bir ülkedeki yetişkin insanların rastgele ve herhangi bir grubunun bir ülkeyi kimin yöneteceğine karar verebilecek donanımda olduğunu düşünebilmekteyiz?

Sokrates’in vurgulamaya çalıştığı şey, seçimlerde oy kullanmanın bir bilgi ve birikim gerektirdiğidir. Sokrates’e göre oy kullanmak basite indirgenemez. Dolayısıyla oy kullanmanın da, diğer her yetenek gibi insanlara sonradan, dikkatle ve sistematik bir şekilde öğretilmesi gerekmektedir. Yeterli donanıma ve eğitime sahip olmaksızın insanlara oy kullanma hakkının tanınması, yeterli donanım ve eğitime sahip olmayanlara fırtınalı bir havada yolculuk yapacak bir geminin kontrolünün kime teslim edileceği kararını alma yetkisi vermekle aynıdır. 

Doğduğu medeniyetin kurucu feksefecisi kabul edilen Sokrates in bu şüpheci kötümserliğinin bugüne yansımasından neyi kastettiğini hepimiz görüyor ve bizatihi yaşayarak deneyimliyoruz . Temsili demokrasinin işleyiş mantığı gereği , oy verenlerin toplam insan kalitesinin hayati önem taşıdığı gerçeği hepimizin toplam hayat kalitesi üzerine inanılmaz baskı yapan bir unsur haline geliyor . Başarılı uygulama örneklerini görüp gıpta ile baktığımız Batılı ülkelerin demokrasi pratiği ile biz az gelişmiş ülkelerin temel farkı tam burada ortaya çıkıyor . Demokratik işleyişin öznesi konumundaki halk yığınları yüksek refah ve eğitim standartlarından mahrum kaldığı ölçüde rejim olarak temsili Demokrasi Türkçe karşılığı ”Söz ile Halk Avcılığı” olarak ifade edilebilecek Demagojikrasi ye dönüşüyor .

Seçilmiş siyasi yönetici , refah ve eğitimden yoksun kalmış kitlelerin kendini gerçekleştirme sembolü ve idolü olarak kör satıcı ve kör alıcılı ilişki sarmalına bir kere kapılıyor ki yolun sonu ne yazık ki müreffeh ve aydın dünyadan çok uzak bir yere düşüyor . Bu düşük profilli alıcı satıcı ilişkisinin halk yönetimi olarak kutsanıp adına demokrasi denmesine lüzumun kalmayabileceği günlerinde geleceği endişesi ise düşünen insanların beynine kabus gibi hücum ediyor …

Üreme Özgürlüğü

İnsanoğlunun halihazırda sorgusuz sınırsız özgürlük alanlarından biri olan çocuk yapma özgürlüğünden bahsetmek istiyorum . Yanlış okumadınız sınırlı doğal kaynaklar karşısında insanoğlunun sorgusuz ve sınırsız bir özgürlük alanı  olan , kimseye sormadan ve yasal bir engelle karşılaşmadan fütursuzca kullandığı bu üreme çılgınlığından.

Gündemi gereksiz yere meşgul ettiğini düşündüğüm , ayrıca bu uğurda harcanan zamana ve paraya içten içe hayıflandığım Mars ta yaşam projesinin temel amacı sınırlı dünya kaynaklarının ve ekolojik sisteminin biz insanlar tarafından kötüye kullanımı neticesinde bu muhteşem gezegenin yaşanamayacak hale gelmesi değil mi ?

Diğer yandan kaynakların ve ekolojik sistemin doğru kullanımı için sağduyulu insanların ve kanaat önderlerinin başını çektiği bir çok çabanın olduğu aşikar . Sera gazı ve karbon salınımını frenlemeye çalışan , ülkelerine önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde ‘’0’’ emisyon hedefleri koyan , doğa da dönüşümü yüzyıllar alan petro kimya türevi ürünlerin günlük kullanımda sınırlamaya çalışan ve bunun gibi bir çok tedbir için çaba sarf eden resmi , yarı resmi veya bireysel girişimlerin sayısı azımanmayacak kadar , fakat diğer yandan bütün bu olumsuzlukların öznesi konumundaki insanoğlu nun üremesini sınırlamayı düşünen bir yaklaşım yok  .

Milyonlarca yıllık evrimsel süreçte kabaca beyin hacminin gelişmesine paralel olarak zihinsel kapasitesi inanılmaz boyutta gelişen bunun sonucu olarakta besin zincirinin en tepesinde tartışılmaz bir hakimiyet kuran  homo sapiens , üzerinde yaşadığı gezegenin sınırlı kaynaklarını hoyratça kullanırken sınırsız üremesinin kısa gelecekte yaşama imkanı sunan tek yine aynı gezegen üzerinde ki niceliksel varlığını sorgulamıyor hatta bu konuda ebeveynlerin özgür iradesinin dokunulmazlığını tahkim eden uluslar arası antlaşmalar dahi var .

Burada bir terslik yok mu ? Doğada ki denge unsurlarını gözettiğimizi iddia ederek av sezonu tarihleri ilan edip bunları başlatıp bitirebiliyoruz , türü yok olma noktasına gelmiş olan canlı türlerini koruma altına alabiliyoruz , evcil hayvanlarımızı fazlaca üremesin diye dilediğimizce kısırlaştırabliyoruz ama bir kanser hücresi gibi çoğalan insanoğlunun üreme hakkını sorgulamıyoruz .

Zihinsel ve entelektüel kapasitemizin ne kadar geliştiğini iddia etsek te , ki bu yadsınamaz bir gerçektir , bu gelişimin bizim bize dair bilinçaltımızda beslediğimiz ‘’İnsanoğlu Kainatın Efendisidir ve Her Şey Onun İçin Yaratılmıştır ‘’ önermesine olan inancımızı sarstığı pek söylenemez . Evet entelektüel sıçramamız tür olarak bize edebi baş yapıtlar , mimari şaheserler , estetik mucizeler , sanatsal ikonlar yaratmamıza müsaade etti etmesine ama bunların hemen hemen hepsi Homo Sapeins Ego muzu ve kendimizi biricik hissetmemizin bir tür dışa vurumu muydu acaba ?

Galile ve Kopernik dünyanın evrenin merkezinde olmadığını söylediğinde bunun sokaktan geçen insanın düşünsel dünyasında bir karşılığı yoktu ama elbette bunun tam tersine iman etmiş tek tanrıcı dinler ekseninde kıyameti koparmaya yetmişti . Hikayenin gelişimini az çok hepimiz biliyoruz , bunlara girecek değilim ama varmak istediğim yer bugün hemen hemen tüm medeni dünyanın kabul ettiği bu kozmolojik gerçeğin zihinsel karşılığının 300 yıldır düşünsel reflekslerimize yansımadığıdır . Bunun en somut kanıtı da insanın kutsal ve sınırsız üreme hakkına sahip olduğu düşüncesidir .

Entelektüel ermişliğin pratikteki somut ve aşkın karşılığı olan sanatsal dışavurumdan yukarda bahsederken bir tezata gönderme yapmak istiyordum , aşkın sanatsal yaratım insanüstüdür ve evrenseldir . Evrenselden de burada kasıt çoğunlukla yanlış kullanıldığı gibi tüm dünyayı değil tüm kainatı kapsayacak şekilde ki bir hedeflemedir , oysa ki resim , heykel yaparken , gazel ve kaside yazarken de bir kerameti kendinden menkul kutsal insan güzellemesi yapmıyor muyuz ?

Geçenlerde ünlü bir psikyatr dan duyduğum şu cümle çok hoşuma gitmişti : ‘’Evet 300 yıl önce Kopernik insanoğluna evrenin merkezinde kendisi olmadığını gösterdi , 200 yıl önce Darwin de insanın dünyanın ezelden ebede kutsal sahibi olmadığını , 100 yıl önce ise Freud aslında İnsanın kendisin de efendisi olmadığını söyledi ‘’. Burda can alıcı bölüm en son Freud ile ilgili olanı . Ne diyordu Freud kabaca : Cinsel Güdülerimizin aslında davranışlarımızın ve aldığımız kararların altında yatan temel motiftir . Yani her şeyi kazıyınca altından en altta gizlenmiş bir güdü olduğunu iddia ediyor  . Üreme içgüdüsü ..

Konu cinsellikle ilintili olduğunda , söyleyenin ne söylediği ne yazık ki alaycı ve müstehzi bir yüzeysellikle ele alınır . Freudyen teorilere de çoğunlukla yapılan bu oldu ama son yüz yılda klinik ve sosyal deneyler hep bunu doğrular nitelikte sonuçlar verdi . Öyle ki , artık bugün önemli nitelikli nicelikte insan insanoğlunun görünürde dünya üzerinde ki varlıksal amacının neslini devam ettirme güdüsünün ötesinde bir şey olmadığını söylüyor . Yoksa yine bu yüzden mi bunca önemli filozof , düşünür , siyeset insanı , sanatçıya ve incelikli eserlerine sahip omamıza rağmen biz insanoğlu o en altta yatan Temel İçgüdünün esareti altında olduğumuz için sınırsız ürememizi tartışılamayacak bir tabu haline getirdik ?

İzlediğim bir festival filminde , insanların zihnini kontrol etmeyi bir şekilde başaran sıradan bir adamın önce ülkesinin sonra da BM nin başkanı olarak onlara son emir olarak gezegenin bekası için tüm insanlığa  kendilerini yok etme emri veriyordu . İş kendiliğinden bu noktaya gelmeden işte tam da burada söylemek istediğimiz şeyi söylemenin yeri olduğuna inanıyorum : ‘’Evrim sürecinde deneyimlediği üstün zihinsel sıçramanın neticesinde vardığı entelektüel kapasitenin zorunlu ve namuslu sonucu olarak insan insanoğlunun evrensel kontekstte ki varlıksal anlamını şu an olduğu gibi güdüsel değil , olması gerektiği gibi yani dünyaya ve diğer canlılara yaşama hakkı tanıyacak erdemli ve adil bir kararla kendi niceliksel varlığını kontrol altına almalı ve sınırlamalıdır …

Döneklik

Tarihsel köklerini tek tanrıcı dini metinlerde , inançlarını bir sebepten değiştirmiş insanları kategorize etmek için bulan döneklik kelimesi , bugünki terminolojik karşılığını pratikte daha dünyevi ve ideolojik bir zeminde bulmakta ve geçen yüzyıllar içerisinde bu sıfatın atfedildiği kişiler için ifade ettiği tehditkar duruşunu kılık değiştirerek te olsa devam ettirmekte .

Doğanın ve evrenin en yaşamsal işleyiş mekaniği olan adaptasyon , evrim , gelişim ve ilerlemenin önünde duran en önemli sosyo zihinsel bariyerlerden biri olduğunu düşündüğüm bu direnç tahkimatına kurban giden ruhların sayısı hiçte azımsanmayacak kadar çok .

İlk kurbanlarını aldığı yıllarda , inançlarından dönen inananların bunun bedelini yaşamlarıyla ödediğine sıklıkla şahit oluyoruz . Bugün ki değer yargılarımız , düşünce ve inanç özgürlüğüne bakışımız ve onun da ötesinde insan hayatının biricikliğine yüklediğmiz anlamla hiçte bağdaşmayacak bu yaklaşım , çok değil insanlığın varoluş serüveninde daha dün diyebileceğimiz birkaç yüzyıl öncesine kadar toplumsal hayatın bir parçası idi .

Tek tanrıcı vahiy kaynaklı kutsal metinlerde bu yönde bir emredici hüküm bulunmamakla birlikte , dinin yeryüzünde ki uygulayıcıları pratikte inancını değiştirenlere karşı en azılı şiddet eylemlerini uygulamaktan geri durmamışlar ama işin ilginç yanı dönenlerin sadece döndüğü yerde değil dönülen yerde de pek hoş karşılanmamışlardır. Örneğin , Yahudilikten Hristiyanlığa geçenlerin gerçekte dönüp dönmediğini araştırmak üzere dönemin İspanya sında ( 1464-1474 ) kilise ve devlet eliyle önce bir tahkikat komisyonu kurulmuş ardından da  başına ünlü din adamı Thomas de Torquemada nın geçtiği özel engizisyon mahekmeleri ile sonu sürgüne varacak ısrarlı homojenisayon politikaları sürdürülmüştür .

Günümüze yaklaştıkça , fikir kampını değiştirmenin yarattığı sonuçlar, fikrini değiştiren açısından , elbette yukarda ifade ettiğimiz şekildeki yaptırımlara maruz kalmaktan genel olarak uzaklaşmış , daha çok kınanma , yaftalanma , hakir görülme boyutuna evrilmiştir . Elbette buna şükredecek değiliz , aksine konuyu , dönmenin önce tavizsiz bir özgürlük alanı sonra da gerektiğinde bir erdem olarak anılması gerektiğine inandığımız bir zemine taşımaya çalışacağız . En basit haliyle dönmek ; ezberini bozmak , konfor alanını terk etmek ve tanımı gereği bir yüzleşmedir . Nasıl olur da kendi içinde bu müthiş hesaplaşmayı , ayağa kalkışı anlam olarak barındıran bir kavram hala jargonumuzda hakaret amaçlı kullanılabiliyor , anlamakta zorluk çekiyorum !

İşin şaşırtıcı ve  çelişkili tarafı , kelimeye bu kavramsal anlamı yükleyen retorikler özünde dönekliğin ilk uygulayıcıları olması . Tüm dinler bir önceki müesses inanç nizamına karşı durup yeni kendi devrimsel inanç sistemetaiğine dönmemişler midir ? İlk Hristiyanların hepsi Yahudi dönekleri veya ilk Müslümanların hepsi Puteperest döneği değil midir ? Bu döneklik iyi şu döneklik kötüdür diyebileceğimiz evrensel sosyo ideolojik bir ölçü skalası var da bundan insanların mı haberi yok ?!

Hayatlarının belirli bir döneminde tüm kalpleri ile başkaca tanımlı bir inanç örgüsünün iman edenleri iken , iyiyi doğruyu akla yatkın olanı yeni keşfetmiş olmaları yüzünden onların kınanmamalarını temin eden şeyin sadece bu inanç devriminin aynı zamanda siyasi gücü de ele geçirmiş olduğundan kaynaklandığını görmemekteler mi ?

Kaynağını dünyevi referanslı olarak tanımladığımız siyasi iedolojiler için de geçerli değil mi söylediklerimiz , safları arasından bu yönde işaretler veren bağlılarını zapt-ı rapt altına almak için ana akım söylemin davrandığı ilk silah döneklik yaftası yapıştırmak değil mi  ? Yine paradoksal olan , düşünsel sancı ve doğumun sonucu olarak ortaya çıkan ideolojilerin kendlerini var eden düşünce ve kalıpların daha ileriye evrilemeyeceğine yönelik dogmatik saplantısı ve bu merkezden hareketle yine kendi içinden çıkan farklı seslere tahammülsüzlüğü .

Aslında kolaylıkla kavranabileceği gibi  , yukarıda anlatageldiğimiz meselenin özündeki sebep aşikardır . Kısaca formüle etmek gerekirse , arkasında çoğunluğu sürükleyip , arkasından otoriter gücü de müesses kılabilen devrimsel düşünceler, bu yeni müesses nizamın yine yeni müesses idarecileri tarafından önce dogmatize sonra karakterize edilmekte ve bu bereketli yeni düzenin sınırları kendine tehdit oluşturabilecek yine devrimsel yeni düşünclelere karşı döneklere karşı tehdit ile tahkim edilmektedir.

Kısacık insanlık tarihi ; romantik tebliğci İsa nın sözlerinin , asırlarca kanla vaftiz edilen engizisyoncu ve afarozcu ortaçağ kilise devletine nasıl dönüştüğünü ; yoksulluktan ve acıdan beli bükülmüş Rus köylüsünün ve işçisinin omuzlarında yükslelen Ekim devriminin ilk iktidar sahiplerinin gücü konsolide etmek adına devrimdeki Kızıl Ordu ya önderlik etmiş yol arkadaşlarını nasıl olupta döneklikle suçlayıp önce sürgüne sonra öbür dünyaya yolladıklarını ; ya da Descartes , Spinoza ve Locke vb gibi aydınlanmacı felsefenin açtığı yolda serpilen çocukların nasıl olupta sömürgeciliğin , ırkçılığın , gelmiş geçmiş en büyük insan kayıplarının yaşandığı iki büyük savaşının mimarları olduğunu ; Kuran da dinde zorlama olamayacağı ( Bakara 256 ) iman ettikten sonra fikrini değiştirip inancını terk edenler için ise cezanın ancak yaratan katında olduğu ( Bakara 217 ) açık bir şekilde ifade edilmişken , nasıl olupta dinin yer yüzündeki uygulayıcıları tarafından kısa süre içerisinde ‘’ irtidat ‘’ müessesesi kurulup, dinden dönenlerin işleri Allah a kalmadan , yeryüzünde canlarından edildiğini ibretle gözlerimiz önüne sermiştir .

Uzağa gitmeden ülkemizden de örnekler verelim : Siyasi ihtiraslarını içinde bulunduğu toplumun kronik meseleleri içine başarı ile gizleyen , o noktalarda birikmiş potansiyel ve tepkisel enerjiyi başarıyla oya çeviren , gücü konsolide ettikten sonra da programında yer alan bu hedeflerden itina ile ‘ dönen ‘ ortada ne AB Tam Üyelik hedefi , ne yolsuzluklarla mücadele dirayeti ne de ifade özgürlüğü bırakan kadroların icraatine tanık olmuyor muyuz hepimiz ?

Baskı kuran , kategorize eden , ötekileştiren , ırk ve cinsiyet eşitsizliğini dayatan her türlü inanış ve ideolojiye karşı  ; sorgulayan , doğruyu arayan aklın ve vicdanın şeref madalyasıdır döneklik …

Mutluluk

Mutlak mutluluk arayışımizin başlıbaşına bir mutsuzluk kaynağı haline geldiğini düşünmüyor musunuz sizde ?

“Neden mutlu olamıyoruz sorusuna “ kafa yorarak çok zaman geçirdiğimizi farkettiğimde bu basit sorunun basitte bir cevabı olabileceği hissi doğdu içimde .

Cevap fabrika ayarlarımızda . Biz mutlu olmak üzere varolmuş canlılar değiliz . Basitçe yaşamda kalmak üremek ve neslimizi devam ettirmek için buradayız . Zaman içerisinde bizi diğer canlılardan ayırarak gelişen beynimiz dış kabuğu ( korteks ) sayesinde gelişen zihinsel kapasitemiz sonucunda tırmandığımız besin zincirinin tepesi bize bedensel ihtiyaçlarımızın ötesinde zihinsel ve ruhsal tatmin arayışına yönlendirdi .

Karnı aç , barınma olanaklarından yoksun , bir savaş bölgesinde yaşamını devam ettirmek zorunda olan bir insanın kendine ne kadar mutluyum sorusunu sormayacağını hepimiz aşağı yukarı kabul edebiliriz .
Ama dünya üzerinde türümüzün var olduğundan beri geçen zamanın kabaca %99 u bu şartlar altında geçti .

Yani yerleşik hayata geçip düzenli ekin hasatı yapmamız kabaca 15.000 yıl olsa ve bu imkanların insanları yukarda zikrettiğimiz endişelerden bir nebze uzaklaştırıp içsel mutluluk arayışına sevk etse bu varoluş takvimimizde daha dün gibidir .

Mutluluk üzerine sistemli olarak kafa yormamız ; eğer insanlık tarihinde tatlı bir rüya gibi gelip geçen Antik Yunan ı saymaz isek ; 19.yy ın sonlarına doğru gelmektedir . Yani yine varoluşsal takvimimize başvuracak olursak 1 saat öncesi.. Sebebi malum , geçmiş yüzyıllara göre görece uzun 50 yıllık barış dönemi ve endüstri devriminin yarattığı refah iklimi .

Aslında insan doğasında karşılığı olmayan bir terimi fetişleştirerek konuyu tatmin edici çözüme kavuşturamıyoruz . Sorunsalı tüketim alışkanlıklarına , bireysel veya toplumcu yaşam tercihlerimize , romantizm düzeyimize , aile içi ilişkilerin bağlılığına , kapitalist düzenin açmazlarına indirgeyerek günlerce tartışabiliriz ama bilmeliyiz ki varılacak yolun sonunda bir ışık yok . Tam tersine insan bugün sonuçları mutsuzluk yarattığına inanılan güdü ve fiillerle türünü milyonlarca yıl devam ettirmiş .
Önce kabilelere bölünmüş , dışarda kalanı düşman bilmiş . Kabile diğer kabilelerle savaşmış , sonucunda toprak kazanıp orda yerleşik olanı sürmüş ve orayı kendine yurt edinmiş , düzen için yöneticiler gerektiğinde kendi kanından kardeşini öldürmekten geri durmamış , bugün dinlerin en romantiği olarak kutsadığımız hristiyanlık kendi iç hiyerarşisini oluşturma yolunda kendi inancından milyonlarcasını din yöneticileri emri ile katletmiş..

Bütün bunları yapıp ederken bir yandan da yerleşik hayata geçiş ile oluşan “ artık zaman “ sonucunda gelişen zihinsel kapasitemiz paralelinde incelen ruhlarımız dinleri şiiri , edebiyatı , sanatı hayatlarımız içine almış ve bizlere bize milyonlarca yıl ait olmayan düşler göstermeye başlamış . Bunlar önemli ölçüde insanlığa bu anlamda bir nebze olsun şekil verebilmeyi başarsa da genel itibariyle insanın güçlü hayvani doğası yanında sönük kazanımlar. Aksi halde 1000 yıllık nefis terbiyecisi islam tasavvufunun Yunus Emre lerin Mevlana ların tornasından çıkan kültürün bugün ki karşılığı bu olmazdı. İslam coğrafyasında iç savaşlar , yolsuzluk , adam kayırma , açlık ve sefalet kol gezmezdi .
Ya da insan olmanın onurunu ve insan hayatının kutsallığını en yüksekte kavramış büyük Buda öğretileri ile hergün vaftiz olan Güneydoğu Asya halklarının insanın hayvani doğası ile girdikleri bilek güreşini kazanıyor olmasını beklerdik oysa ki kendilerine benzemeyen farklı inançlarda ki azınlıklara neler yapabildiklerinin kanıtı ile dolu son 10 yıl .Buna Nobel barış ödülü sahibi Suu Çii nin 14 yılını ev hapsinde geçirdikten sonra iktidara gelişinden sonra ülkesinde azınlıklara yapılanlarda dahil . Yüzyıllarca dünyanın edebiyat dehalarına ve yüksek kültür başkentlerine sahiplik etmiş İran ın kısır güç mücadelesi ile bugün içinde bulunduğu durumu ayrıca konuşmaya gerek yok . Ya da ultra hümanist Hint Felsefesinin vatanında sistematik kalıcı kölelik demek olan Kast Sisteminin bir türlü yıkılamayıp bu sevgi pıtırcığı ülkede dünyanın en çok taciz ve tecavüz olayının yaşandığı .. Son olarakta Komünizm ile bitirelim örneklemeleri , yani insanoğlunun zihinsel evrim macerasının bence en muhteşem çıktısı olan ideoloji ile . Nedir o , mülkiyet hakkının olmadığı , eşitliğe dayalı , sermayenin işçiyi ezmediği , sağlık eğitim ve hukuk hizmetlerinin ücretsiz ve herkese bedel ödenmeksizin barınma hizmetinin sağlandığı sistem . Onun da pratikteki uygulamasında sistemin uygulayıcıları pozisyonunda ki yöneticilerin elinde yine aynı saiklerle nasıl yozlaştığını beraberce görmüş olduk ..

Bugün eğer dünyada Batı nın sistemsel bir başarısına tanık oluyorsak bunun en temelinde yatan ana unsurun insanın hayvani doğasını kavrayıp kabullenip onu belirli kurallar çerçevesinde sistematize edip işler hale getirmesi olduğunu düşünüyorum. Yani doğası gereği bencil , menfaat ve güç peşinde koşan insanoğlunun bu doğuştan gelen içgüdüsel motivasyonunu demokratik bir sistemde , hak aramanın meşru ve devlet güvencesi altına alındığı hukuk üstünlüğünün tesis edildiği bir sistemle genel ekonomik bir kalkınma ve refah toplumuna evrildiği bir düzen . Bunun adına Demokratik Kapitalizm diyoruz . Burda söylediklerimden anlaşılması gereken şey benim kapitalizmi övmem değil insan doğasına karşı verilen sonucları yukarda ifade ettiğim romantik ama yıkıcı mücadeleler yerine milyonlarca yıl evrilerek bugünlere gelmiş insanın fizyolojik doğasının hertürlü ideolojik felsefi sanatsal ve zihinsel hayalin üstünde olduğudur .

Tam buradan hareketle sözü Batı nın gerçekçi , rasyonel , sonuç odaklı sistematik başarısını , zihinsel hayalin diğer bir türevi olan Mutluluk arayışınına getirmek isterim . Karşılığı evrimsel maceramızda herhangi bir yer işgal etmeyen mutluluk kavramının kendinden menkul , âli ve kutsal bir yani yoktur. Tam tersine karşılığı zihinsel ve fizyolojik bütünümüzde olmayan bir kavramın umutsuzca aranışı ve doğal olarak bulunamayışı bizatihi mutsuzluğa sebep olmaktadır .

Burada yazdıklarımdan yine yanlış anlaşılmasını istemediğim konu benim insanın vahşi doğasına övgüler dizdiğimdir , Elbette hayır , yapmaya çalıştığım yazıma girişte ifade ettiğim mutlak mutluluk arayışının bir mutsuzluk vesilesi haline gelmesinin bir nebze önüne geçmeye çalışarak bir yerlerde birilerinin bunu hakkıyla yaşadığı zannıyla kendini mutsuz etmekten vazgeçmektir . Genetik araştırmaları göstermiştir ki kişinin bireysel anlamda mutlu olma durumu %50 genetik aktarım  %40 karakter özellikleri %10 da çevresel şartlarla belirlenmektedir .  Bütün içerisinde sadece %10 unu , o da kısmen etkileyebileceğimiz muhayyel bir mutluluk arayışında kendimizi paralamaktan vazgeçelim demek içindi bütün bu yazdıklarım …

Son sözü bilge Konfiçyus söylesin : ” Mutlu olmak için mutluluğu aramaktan vazgeçin”

Kukla

Best Selller olan ünlü Sapiens in yazarı Harari nin de kitabında ifade ettiği ‘’ Görünürde insanoğlunun üreyip neslini devam ettirmekten başkaca bir varlık amacı yoktur “ düşüncesi bizi pek tatsız , mekanik evrende bir insan tahayyülüne götürüyor ister istemez .

Elbette ilk kez dile getirilmiyor buna benzer görüşler . Rönesans tan beri , materyalist bakış açısı artan oranda entelektüeller tarafından dile getirilir oldu. Dayanağını çoğu zaman ideolojik temellerde buldu ve hedefi Din vaftizli Devlet terörü ve baskıcılığına karşı durmaktı . İdeolojik temelli yaklaşımın ilk dönemlerde halkta karşılığını bulduğunu söylemenin tarih bize zor olduğunu söylüyor .

Geçen zaman içerisinde bilimin ve bilimsel bakış açısının yaygınlaşması , insanoğlunun varoluş muhakemesini tartışıldığı ideolojik ve felsefi temelden alıp , bilimsel zemine taşıdı ..

Önce insanoğlunun davranışsal ve düşünsel mekaniğini keşfetmeye ve neden sonuç ilişlilerini belirli bir sistem içerisinde anlamaya çalışan disiplinler geliştiren psikoloji ekolleri gelişti .Ardından anatomik düzeni , işleyişini , hormonları , enzimleri , DNA yı , beyin ve bölümlerini , hazzı , ödül ve tatmin mekanizmalarını keşfeden laboratuvar bilimleri ..

Giriş paragrafında “ tatsız “ sıfatını kullanmam bilinçli idi çünkü böyle baktığımızda insanlığın kabaca 15.000 yıllık kültürel mirası yavan bir amaca bağlanıyor. Ne yani , tüm onca sanatsal üretimimiz , müzik, edebiyat , şiir , kurduğumuz girift sosyal düzen , varlık amacı sadece üremek olan insan için mi ? Ne büyük bir hayal kırıklığı !.. İsyan etmemek elde değil ! Bu kadar komplike bir yaratık ve ondan çıkan bunca mükemmel yaratımın bu “ basit ve yüzeysel “amaç için olması ..

Diyelim ki öyle , bunu bilmek bizim ne işimize yarayacak . Bir tarafta yarı tanrısal sihirli bir dünyada yaşayan , muhteşem besteler yapan , inanılmaz mimari şaheserler yaratan ,destansı aşklar yaşayan geldiği yer Tanrı nın ruhu , gittiği yer Tanrı nın cenneti olan bir varlık . Diğer yanda her yapıp edegeldiğinin arkasında üreme , üremek için seçilme , seçilme için başarma , başarmak için çalışma , çalışmak için yemek yeme ve barınma olan siyah beyaz mat bir dünya ..
Aşkın ömrü bile buna göre biçiliyor bu ikinci dünyada , 2,5 -3 yıl , korumaya muhtaç doğan insan yavrusunu belirli bir olgunluğa gelene kadar ebeveynlerin bir arada kalmasını temin eden doğanın icadı bir kimyasal iksir aşk . Buna önce Ferhat ile Şirin sonra da Romeo ile Juliette isyan eder ..

Bilimsel bakışa göre bu ikinci dünyada ki insan besin zincirinin tepesine çıkarak diğer canlılardan evrimin ona bahşettiği alnının hemen arkasında yer alan pre frontal korteks ilavesi ile ayriliyor . Bugun insani davranis diye sergiledigimiz tum hareketlerin programlandığı ve diğer canlı
beyinlerinde olmayan bölüm .. Öyle bir yer ki , insana ölümlü bir varlık olduğunu bilen tek yaşayan canlı olma istisnasını veriyor .

Şu içinde bulunduğumuz pandemi günlerinde hepimizin ister istemez yüzümüzü çevirdiğimiz bilim ve onun sözcülerinin ağzından çıkandan başka bir şey duymak istemiyoruz . Bir politikacı fikir beyan etmeye kalksa sen sus bilim kurulu var biz o ne derse ona itibar ederiz diyoruz , demeye bile gerek kalmadan aslında normal zamanlarda çok esip gürleyen politikacı , yazar , kanaat önderi ve hatta din adamı gürûhu kuyruğunu kıstırıp hiyerarşik sıraya geçip bilim insanlarının ağzından çıkacaklara bakıyor . Yani iş ciddi olduğu zaman gerçeklerle yüzleşip teşhisi, tespiti açıklamayı ve nihayet çözümü bilimden bekliyoruz .

Biz konumuza dönecek olursak her ne kadar tatsız tuzsuz olsa da tasvir ettiğimiz ikinci dünya bilimsel olarak gerçek dünya . İnsan benliği tüm yaşayan canlılar gibi temelinde amacı neslini devam ettirmeye programlı bir vücudun isteklerini yerine getirmeye çalışan kukla bir benliğin sahibi . Kukla benlik efendisine ve onun amacına layıkıyla hizmet ile genlerini aktarmak ve tabi doğal olarak öncelikle seçilmek için paralıyor kendini . Sosyal statü , iyi bir iş , ev , araba , güç , emrinde çalışan insanlar vs vs hep bu amaç için .

Gelelim en önemli soruya bunu bilmenin bize ne faydası var . İlk faydası bireysel düzeyde kendimizi hırpalamaktan vazgeçmekte. Hırslarımızın ve her gün verdiğimiz mücadelenin arkasındaki temel amacı ve motivasyonu görüp doğanın kendini devam ettirme değirmenine su taşıyan zavallı insana ayna tutmakta .. Aslinda Kutsal , ulvi ve büyük amacları olmayan insanın omuzlarında ki onca yükü hafifletmek .. Sadece kendinin değil tüm insanların varoluşsal temelde pek de önemli olmadığı duygusu ile rahatlamak ..

İkinci fayda ise birinci dünyanın anlamlı kıldığı din ,dil , ırk , ulus gibi ayrıştırıcı kavramları insanların birbirine karşı saf tutmasını sağlayarak gezegen üzerinde savaş , kan , açlık , yokluk yaratanların kuklası olmaktan vazgeçmeye dönük ilk adımı atmak .

İnsanlığın kendine olan en büyük borcu , onu diğer canlılardan ayıran evrimsel temelli entellektüel kapasitesinin namusu gereği önce diğer canlıları sonra kendi türünün kabul edilebilir şartlarda devamını sağlamaktır . Hitler in Wagner in Almanyasindan ciktigini, Charles Darwin in türlerin kökenine ilişkin ortaya attığı bilimsel dünya görüşünün Sosyal Darwinism e evriltilerek zayifi yok etmenin meşru savaş sebebine dönüştürüldüğü, fizikçilerin nükleer füzyonu ile Japonya da milyonlarca insanın öldürüldüğü düşünüldüğünde insanoğlunun entellektüel kapasitesinin dünden bugüne bir BARIŞ borcudur bu …