Sanat , Sufizm , Sembolizm …

İnsanın gözlerini dünyaya açtığından itibaren gözlemleyebileceği kabaca iki alan ve evren var . İlki dış dünya , yani çevresi , ikincisi de fiziksel olarak kendisi ve iç dünyası . Bazı bilim insanları ve psikyatrlar bu ikisi arasındaki farkı ayırt etmeye başladığımız andan itibaren öznel bir bilince sahip bir birey olunduğundan bahseder . Yazımızın konusu bu değil , biz daha çok insanın dışarda ve içerde gördüğü ile ne yaptığından , ona nasıl şekil vermeye çalıştığından , bunu yaparken amacının ne olduğundan bahsetmek istiyoruz .

Bugün sahip olduğum düşüncelerin kurgulanmasında önemli pay sahibi olan bir akademisyen felsefeci ,  bir söyleşide : ‘’ Olan biten hemen hemen herşeyin arkasında ki dinamiği ve sebep sonuç ilişkisini anlayabildiğini ve bunun ona büyük bir huzur verdiğini ‘’ söylemişti .Burdaki söyleminden kasıt , bireysel ve sosyal davranışlar , inanışlar , tabular , varoluş vb gibi temel konuların ardındaki diyalektiğin farkında ve bilincinde olduğudur .Yani geçmişte yaşanan , bugün halen yaşanmakta olan ve ileride de devam edegelecek tüm bu hikayeleri , yükselerek , tepeden , total bir bakış açısıyla sebep sonuç ilişkisi içinde , determinist bir analizle yerli yerine oturtmaktan bahsediyor . Bu elbette kısa bir deneme yazısının konusu olamayacak derinlikte bir konu ama bize yine de benzersiz bir ipucu verir mahiyette .

Örneğin , sanatı salt sanat olarak ( sanat için sanat ) neden yaptığımız konusunda ki uzun zamandır süregelen sorularıma kapı aralayan bu deterrminist şablon , sanatın insanoğlunun zihinsel evrimi ile giderek yabancılaştığı vahşi dış dünyayı  yeniden yaratmak ve geldiği kavrayış düzeyine layık hale getirme çabası olduğunu farketmeme yardımcı oldu. Açıkçası bugüne kadar bu soruya , benim duyduğum ve okuduğum kadarıyla , verilen cevapları çok soyut , nedensellikten uzak ve fazla güzellemeci buluyordum . Evet , tam olarak bu sorunun yanıtını bulduğumu düşünüyorum . Sanat insanın Tanrı rolüne soyunarak artık uzak düşmeye başladığı doğal yaşam ortamındaki seslerin yerine yeni sesler  , renklerin yerine yeni renkler , mekanların yerine yeni mekanlar yaratıp bunlara kendi ruhundan üflemesidir .

Bir kez sanatsal üretim başladı mı , artık insan eli ile oluşmakta olan paralel bir evrenden bahsedebiliriz . Tanrılarının içinde barındığı , üstün yaratım yeteneğine sahip sanatçılarından mürekkep bir Pantheon vardır artık . Bu yeni evren damıtılmış zihinlerin hayal ettiği dünyaya o kadar uygundur ki , bu yeni sesleri dinlemekten , yeni renklere bakmaktan kendilerini alamazlar .Görsel , işitsel ve duyusal şölen hiç bitmeyecekmiş gibi gelir ama artık rüyadan uyanma vaktidir . Zira bu bir ilüzyondur . Büyük bir yanılsamadır .İnsanların hala çok büyük bir çoğunluğu için milyonlarca yıldır süregelen vahşi doğanın kanunları olanca gücüyle  hüküm sürmektedir . Yemek için savaşmakta güç için kan dökmektedir .

Yazının başlangıcında söz ettiğimiz diğer evren olan insanın iç dünyasına gelecek olursak , yine aynı nedensellik içersinde kişinin bu kez kendi iç alemini yeniden tasarlama çabasına tanık oluyouz . Evet yine evrimsel gelişim sürecinde incelen ruhu , artan duyusallığı paralelinde kendi vahşi doğasıyla heaplaşmasından bahsedecğiz insanoğlunun .

Dışa vurumunu pek çok farklı tutum , davranış ve yaklaşım ile  gözlemleyebildiğimiz bu tavır , kişiden kişiye vejetaryenlik , hayvanseverlik,  cinsiyet eşitçiliği ,  mülkiyet karşıtlığı , halkların ve ırkların eşitliğinin savunuculuğu , savaş karşıtlığı , pasifizm vs olarak karşımıza çıkmaktadır . Saydıklarımızın hemen hepsinin son iki- üç  yüzyılın icadı  kavramlar olduğu noktasında dikkatinizi çekmek isterim . Ben bu anlamda bizim toplumsal belleğimizle bağı olan ve daha kadim bir disiplinden bahsetmeyi düşünüyorum ki  onun da genel ve kapsayıcı adı Sufizm .

 Köklerini Hint kültüründe bulan , ardından İran ın kadim Zerdüşt öğtetisi ile harmanlanan mistik displin, Arap fetihleri ile İslam ile tanışmış , ona kendini rengini vermiş , bugüne kadar uzanan tasavvuf geleneğinin temelini atmıştır . Pek çok insan , islami tasavvuf öğretilerinin İslam ın doğuşundan en erken 2 yüzyıl sonra ortaya çıktığını bilmez ve orijinal İslam öğretisinin bir parçası olduğunu zanneder . Oysa gerçek hiç te öyle değildir . Doğrusu , güçlü ve kadim Hint-İran kökenli mistik sufi geleneğin , kuralcı ve yavan Arap İslam öğretisini içselleştirebilmesi için onu bu yolla dönüştürmesi , hazmetmeye hazır hale getirmesidir  .

Yine çoğunluk Celaleddin-i Rumi ( Mevlana ) nin doğum yerinin bugün Afganistan ( doğduğu dönemde Hindista toprağı idi )  topraklarında yer alan Belh olduğunu bilmez . Kabaca Konya ya 4.000 km . O günün şartlarının mesafe algısı ile yorum yapmayı size bırakıyorum . İsimlerini tek tek zikretmeye lüzüm hissetmediğim ünlü Sufilerin hiç birisi İslam ın doğum yeri olan Arap Yarımadasına ait değildir . Ve bu asla tesadüf değildir . Çünki Arap yarımadasında sosyal ve kültürel hayat ilkeldir , ruhun tatmini dert değildir .

Sufizmde sanat gibi bir Reddiye dir . Sanat Dış Dünya ya bir Reddiye ise Sufizm de Vahşi İç Dünyamıza Reddiyedir . Erdemli olmak , dünya servetine bigane olmak , dünyevi iktidardan uzak durmak , az konuşmak , az yemek yemek , cinsel arzuya esir olmamak vb gibi .. Ama nihayetinde bu da bir ilüzyon ve yanılsamadır . İnsanın güçlü doğasına  karşı nafile çabalardır . Bu savaştan galip çıkan tarih boyunca iki elin parmağını geçmeyecek sayıdaki Sufi nin varlığı , bu uğraşın anlamlı bir uğraş olduğu yolundaki kabulumuzu sağlamlaştırmaya yetmez . Aksi yöndeki yüzlerce binlerce örnek ise tersini ispata yeterde artar bile .Yaşayarak şahidi olduğumuz son 30 – 40 yılda ; dünyevi güce , iktidara , paraya , şana , şöhrete ve cinsel istismara bulaşmış sözüm ona sufi tarikat liderlerinin yediği herzelerin külliyatı ciltler doldururken aksini iddia etmek en hafif tabiriyle saflık olur .

Başlıkta yer alan Sembolizme atfen ,  bir edebi akım ve onun usta yazarı olarak beni çok etklilemiş Ahmed Haşim in ‘’Yalancı Ay  ‘’ yazısını , yukarda yazdıklarımla bağlantı kurmanız düşüncesi ile beğeninize sunarak yazımı noktalamak istiyorum :

Yalancı Ay

Bütün gün kırlarda, deniz kenarlarında dolaştık. Güneş, hayale müsaade etmeyecek tarzda her şeyi vazıh ve berrak gösterdiği için yalnız gözlerimizle yaşadık ve hiç eğlenmedik. 
Ağaçların tozlu yapraklarını, kayalar üzerinde durup soyulan kertenkeleleri, denizin kirli suları altında cam kırıklarını, paslı tenekeleri, eski pabuç naaşlarını 
seyretmenin ne kadar çabuk ruha kesel verdiğini tecrübe etmeyen var mı? Güneşli geçen bir gezinti gününden sonra, akşamüstü eve mahzun ve nevmid dönmemenin mümkün olmadığını tecrübelerimle bilirim. Güneş, bütün gün, insana doğru fakat acı şeyler söyleyen bir arkadaştır. Onun ışığında eğlenmenin ve mesut olmanın hiç imkânı var mı? 
Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti: Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği müphem ve natamam bir âlem içinde idik. Artık her şeyi sarahatle görmek ve tahayyül etmek imkânının sarhoşluğu vücudumuzu, yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu. Etrafımızda, gündüzün bütün uyuz ağaçları yerine zengin bir orman vücud bulmuştu. Karşıda yemek yiyen fakir ailenin kirli kızları, yüzlerine vuran ay ışığı içinde birer murassâ hayal olmuşlardı. Denizin bulanık suları boşalmış ve onun yerine şimdi sahilin kumları üzerinde ziyadan bir mayi sallanıp bir şarkı söylüyordu. Dünyanın güzelliğinden korkmaya başlamıştık. Zira aydan akan büyünün saadetiyle ruhlarımız çatlayacak kadar dolmuştu. 
Ay! Ay! Yalancı ay! Zekâdan harab olanları dinlendiren hayal gibi, güneşten bunalanları da teselli eden sensin! 

Ahmet HAŞİM 
Bize Göre (1928) 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.