Bu yazıyı kaleme almaya başladığım seçim gecesinin geç saatlerinde , henüz kesin sonuçlar belli olmamakla birlikte , Cumhuriyetçi Trump ın , anketlerin aksine , delege hesabı yapıldığında kazanmaya yakın olduğu ortaya çıkmaya başlamıştı . Bu durumun an itibariyle uluslararası çevrelerde şoke edici bir haber olarak algılandığını görüyorum .
Sonuçta gün sonunda seçimi kazanıp kazanmayacağı konusu benim ilgi alanım dışında ama tarihte eşine az rastlanır bir kötü yönetim örneği gösterdikten sonra bile bu kadar büyük bir oy başarısı gösteriyor olmasını incelemeye ve anlamaya değer buluyorum .
Bu oy başarısı , Dünya çapında devam edegelen popülist siyasetçi/düşük nitelikli seçmen alışverişinin iyice kemikleşip zemin kazandığı küresel çapta bir siyaset geleneğinin hayatımıza yerleştiğinin kesin ve somut kanıtı olarak algılanabilir artık . İngiltere , Fransa , Macaristan, Brezilya , Rusya ve Polonya da iktidarda olan , Letonya ,Bulgaristan , Yunanistan , Slovakya ve Avusturya da koalisyon ortağı olan hemen hemen aynı çizgideki anlayış , insanlığın Rönesans ve Reform hareketlerinden itibaren biriktirdiği kazanımları kaybetme riskini hepimizin önüne geitiriyor .
Peki sorun nerede ? Popülizme kaymadan kaliteli siyasetçi /seçmen ilişkisinin kurulabildiği Almanya , Danimarka , Norveç , İsveç , Finlandiya , Avustralya ve gibi diğer ülkeler ile bu ülkeler arasında ki fark nereden kaynaklanıyor ?
Sorunun majör yanıtı bence öncelikle ekonomik sebeplerde aranmalı . Kanımca ,çok değerli iktisatçı ve yazar Ege Cansen in ifade ettiği ‘’Ekonomide Her Sorun Gelir ve Servet Dağılımına Çıkar ‘’ önermesi bize bu anlamda önemli bir çalışma alanı veriyor . Popülizme kayan demokratik ülkelerin ortak sorunu ülkede yaratılan katma değerden yeterince pay alamadığını düşünen kızgın halklar topluluğu ve bunu siyasi rant değirmenine çeviren düşük profilli siyasetçiler . Trump , Macron , Boris Johnson , Bolsanaro gibi siyasetçilerin ortak özelliği toplumun sayıca ekseriyetini tesis eden alt orta kesimin zenginliğin uzağına düşen yaşam yolculuğunu kendi seçim sandığının yanından geçirebilme yeteneğine sahip olması .
Bu durum son yıllarda uluslararsı siyaset retoriğine o kadar etki etti ki , geleneksel sağ/sol kategorizasyonunun tekrar değerlendirilmesi gereği kendiliğinden ortaya çıktı . Sağ eğilimi dolayısıyla Kapitalist refleksleri ile bilinen Cumhuriyetçi Partinin Başkanı Trump iktisat sözlüğünde Merkantilizm olarak bilinen Korumacı politikaları uygulamaya geçirip ABD de ki işçilerin büyük ABD Firmalarının uluslar arası pazarlarda kazandıklarından yeterli payı alamadığını iddia ederek gümrük vergilerini artırıp bu firmaların yurtdışındaki üretim tesislerini ülkelerine geri çağırıyordu .
Uluslarası ekenomik küreselleşmenin gümrük bariyerleri kaldırılarak , sağlıklı ve serbest işleyişinin temini amacıyla ABD eliyle 1995 de kurulan Dünya Tİcaret Örgütünün bugün artık en büyük muhalifi örgütün kurucusu ABD . Örgütün işleyişini bloke etmek için elinden gelen her çabayı gösteriyor . Sebebi , yine zamanında kendi eliyle büyüttüğü Çin Halk Cumhuriyeti ekonomisinin geldiği nokta itbariyle ABD nin imalat sanayinde çalışan orta sınıfın varlığına en büyük tehdit haline gelmesi.
Çelişkiler yumağının diğer bir ucunda ise yine geleneksel olarak Cumhuriyetçi kanadın destekçisi olan büyük ABD sermayesi Trump ın uluslar arası yatırım menfaatlerine ters politikaları ile taraf değiştirmesi var . Amacı sadece ve sadece kar maksimizasyonu olan şirketler ile siyasetçiler ile şirketlerin menfaatleri ayrı zemine düşmeye başladığından beri bu böyle . Basitçe örneklendirerek söylersek Apple ın Çin de ki fabrikasında ürettiği her IPhone hem kendi kasasına hem Çinli işçiye kazandırıyor . Ama oluşan bu artı değerden ne ABD orta sınıfına , Çin Vatandaşları ABD Başkanlık seçimlerinde oy kullanamadığı sürecede (!) , ne de Popülist ABD li siyasetçi menfaat sağlayabiliyor .
İşin en kötü tarafı ise popülist siyasetçinin dünyanın neresinde olursa olsun bu zıtlık ve adaletsizliği kendine sonsuz oy potansiyeli olarak görüp el altından kronikleştirme çabası . Sürekli karşıtlık ve mağduriyet yaratarak oluşan gerilimden menfaat sağlamak . Bunun içinde ülkesinin yazar çizerini, entelektüelini, , gazetelerini , TV kanallarını hedef göstermek , yargı erkini ve devlet kadrolarını siyasallaştırmak gibi son derece tehlikeli aksiyonlar var . Bizler gibi demokrasi kültürü görece zayıf ülkelerde gözlemlenen ve artık normal kabul edilen bu durum , ABD gibi bir ülkede bile siyaset söyleminin ana çerçevesini çizer hale geliyor .
Tabloya tersten bakacak olursak , demokrasi macerası bu olumsuzlukların çok uzağına düşen yukarda adı geçen ülkeler neyi farklı yapıyor da bu tuzağa düşmüyor diye baktığımızda , yine majör cevabı ekonomide ve ondan hareketle ‘’ Gelir Dağılımı Adaleti’’nde buluyoruz . Ülkede yaratılan katma değerin yüksek vergi oranları ile devlet eliyle toplumsal rehafın tesisi için tekrar topluma geri döndürülmesinden bahsediyoruz . Yüksek kaliteli eğitim sürecinden geçen ortalama vatandaş , gerek mesleki yeterlilik ve donanım gerek siyasi bilinç alanında elde ettiği kazanım ile çağdaş ve ilerici toplumun bir parçası olmayı başarıp , ucuz siyasi söylemlere prim tanımıyor .
Bu ülkelerde cari olan ‘’Sosyal Refah Devleti ‘’şeklinde tanımlanan ‘’ Dizginlenmiş ve Terbiye Edilmiş Kapitalizm ‘’ anlayışı bize asıl önemli olanın ‘’ne kadar para ‘’kazanıldığı değil , o para ile ‘’ ne yapıldığı ve nasıl dağıtıldığı ‘’ sorusuna verilen cevabın olduğunu gösteriyor ..