Sarkaç

Evrenin ve Dünyamızın döngüsel bir işleyiş sistematiği içinde olduğunu farklı bilimsel disiplinler yardımıyla artık biliyoruz . Astrofiziğin , galaksiler içindeki devinimi ; jeoloji ve klimatolojinin dünyamızın birbirini takip eden ısınma ve soğuma döngülerini ortaya koyduğu gibi . Önce buzul çağı , ardından küresel ısınma ve ardından yine küresel soğuma .. Bir “Sarkaç “ gibi hareket eden bu döngüsel devinimin sosyo politik bir iz düşümü de olduğunu düşünmeye başlayalı epey zaman oldu .

Cumhuriyet in ilanı , saltanat ve hilafetin lağv edilmesi ve ardından laiklik ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek nitelikleri arasına girmesi ile “ Sarkaç “ toplumumuzun tarihsel salınımında , karşı hareketinin zirve noktasına ulaşmıştı . 

Bu potansiyel hareketin bunca büyük bir şiddetle kinetik enerjiye dönüşme sebebi , karşı kuvvetlerin takribi olarak 4 asır boyunca kaybettiği potansiyel enerji ve düşen dirençte yatıyordu . Tersten okumakta mümkün ; karşı güç o kadar büyük yanılgılar ve neticesinde yenilgilere gark olmuştu ki , devrim yüzlerce yıldır sosyal hayatın değişmez parçası görülen saltanat ve hilafeti halkın muhayyelesinden bir süreliğine çekip almayı başardı . Bir süreliğine çünkü devrim herkesin malumu olduğu üzere bir kadro hareketi idi , yani iyi yetişmiş batı eğitimi almış Osmanlı Subaylarının halk adına halkın bekası ve refahı için aldıkları bir karardı. 

Oysa devrimin argümanları halkın büyük bir kısmında tam anlamıyla karşılığını bulmuş sayılmazdı . Özellikle devrim kadrosunun dini kurum , eğitim ve söylemlere karşı takındığı tutumun bugünün moda tabiriyle iletişimi gerektiği gibi kurgulanamıyordu . Önemli bir prensiptir , tarihi olaylar kendi zaman ve olgu kurgusu içinde değerlendirilmelidir . Doğrudur da . Dönemin ruhunda asker veya yönetici sınıfı ile halk arasında temasın varlığı bir tarafa , gerekliliği bile tartışma konusudur .

Nitekim , ülkede savaş sonrası sular kısmen durulup , biraz düze çıkılıp , kurucu iradenin muasır medeniyetin değişmez parçası gördüğü çok partili sisteme geçiş denemesi neticesinde ortaya çıkan durum ile bir rüyadan uyanıldı . Mustafa Kemal in önce şahsına yönelik diktatörlük eleştirilerine sonra da devrime ve CHP ye karşı halkta oluşan tepkinin bir anlamda tedrici olarak gazını almasını beklediği Serbest Fırka , parti üst yönetimini de şaşkınlığa ve hatta paniğe sevk edecek kadar büyük bir ilgi ile karşılaşmıştı . 

Anlaşılan oydu ki , eğitimsiz halk kitlelerinden , kendisine faydası olmayan boş gelenekleri bir tarafa bırakması ve çağdaş medeniyet yolunda ilerlemesini beklemek için gerekli toplumsal dinamikler bu ülkede henüz mevcut değildi . Kurucu irade başladığı gibi devam etme kararlılığı ile mevcut düzen ve anlayışı ikinci dünya savaşı sonuna kadar getirdi . 

Bu zaman zarfında Halk Evleri , Devlet Üretim Çiftlikleri gibi bir çok alanda başarılı projeler üretebilmiş ise de , genel manada yönetici sınıf ile halk arasındaki uçurum baki kalmış ve muasır medeniyet projesinin büyük kitlelerce içselleştirilmesi başarılamamıştır .

Nitekim ilk serbest seçimlerde ertelenmiş tepki kendini sandıkta göstermiş ve dini söylemle bezeli popülist sağ iktidar iş başına gelmiştir . 

Gelmesine gelmiştir ama elbette kurucu ideoloji bu kadar kolay ülkeyi teslim edecek değildir . Malum , 1960 darbesi ve sonrasında gelişenler .

Cumhuriyet in ilanı ile , bir tarafa olan salınımının zirve noktasına ulaşan Sarkaç , karşı hareketi için 2000 lere gelindiğinde hala enerji biriktirmekteydi. Sosyo politik konjonktür müsade etse bu hareket en az 1923 te ki kadar sert bir şekilde “Sarkaç” ı ters yönde tepeye çıkaracaktı . 

Bu gören göz , işiten kulak için o kadar barizdi ki , ortada mevcut siyasi iktidar yok iken bana 1997 de “ İslamcı Entelektüellerde Rövanş Fikri “ adlı bitirme tezimi yazdırmıştı . Nitekim doğru şartlar oluştuğunda ters yönde hareketine 2002 de başlayan “ Sarkaç “ bugün karşı noktasının zirvesindedir . 

Asık önemli olan ise burda kalmayacağıdır , Sarkaç her iki uçtayken kısmen zorluklar yaratmış olduysa da toplumsal bilinç ve bellekte doğru aydınlanmalar yaratmıştır. Toplumsal kavrayış ister istemez aldığı dersler ve tecrübeler neticesinde doğru kararlılık noktasına ulaşacaktır . Batı toplumlarının kabaca 600 yıl süren kanlı güç , iktidar , sınıf ve mezhep çatışmaları neticesinde vardığı bugünkü toplumsal uzlaşı zeminine umuyorum ki biz yukarda anlatmaya çalıştığım yoldan varacağız .

    • Necat Haksal on Mart 25, 2021 at 12:13 am
    • Cevapla

    Yazınızı dikkatle okudum.
    Bana tarihsel süreçte medeniyetlerin başlayıp zirvelerine ulaştıklarında neden o noktanın zirve olduğunu ve neden oraya ulaştıktan sonra gerilemeye başladıklarını düşündüren okumalarımı ve dostlarımla tartışmalarımızı hatırlattı. Yeni bir medeniyet gelişmektedir ve halen zirvesine doğru yol alan mevcut medeniyetin yeganeliğini tehdit etmektedir. Bu tehdit acımasız rekabetler, günümüze kadar etkilerini yaşadığımız savaşlara sebep olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Ülkemizde de, dünyadan soyutlamak mümkün olmadığından benzer devinim yaşanmıştır.
    Siz bunu bir sarkacın salınımına atıfta bulunarak güzel bir anlatım yapmışsınız. Tebrik ederim.
    Dünya tarihinin son 3700 yılında sadece 270 yıl savaş olmamış, gerisi savaş ile geçmiş. Ülkemizi özelinden insanlığın maruz kaldığı savaşları nasıl önlemeli diye düşündüğümde barışı doğru anlamanın önemli olduğu neticesine vardım. Bu konudaki düşüncelerim aşağıdadır.
    ‐——‐———————————————‘———–
    Barışı Anlamak Üzerine..

    1923’te Cumhuriyet kurulduktan, özellikle de Atatürk’ün ölümünden sonra yani 1938’den sonra 12 Mart 1971’e kadar geçen zamanda gericiler halkın cahilliğini kullanarak yurtseverlerden daha çok yol aldı. 1938’e kadar Atatürk ülkedeki yoksulluk ve cehaletle mücadele etti. Ekonomik mücadelede cehalete göre daha fazla engel aştı. Okuma yazma oranı %2’lerde olan toplumu aydınlatacak, okuma yazma öğretip okuma isteği aşılatacak, hurafelerle dolu inancını dinin kurallarına uygun öğretecek kadrolardan yoksundu. Bu uğurda çok gayret gösterdiler genç Cumhuriyetin bir avuç aydını ve neticede Köy Enstitülerini uygulamaya koydular. Aklını kullanmayı bilen, okuyan, düşünen, sorgulayan bir nesil yetiştirmek akşamdan sabaha mümkün değildi elbette. Karşı devrimcilerin türlü engel ve başkaldırılarına rağmen ilerlemek zorundalardı. Önce öğreticileri, sonra da onlar  vasıtasıyla yurttaşları eğitiyorlardı. Bugün sanat ve edebiyat alanında beğendiğimiz birçok şahsiyet Köy Enstitülerinde yetişmiştir.1938’den sonra 1950’ye kadar genç cumhuriyeti zayıf düşürmek için çok uğraştı gericiler, tarikatlar ve bunları körükleyen Amerika, İngiltere, ve benzerleri. 1950’den 1960’a ülkede hep bir sen-ben/ senden-benden kaosu hakimdi. Acemi askeri kadro 27 Mayısı eline yüzüne bulaştırdı. Devletin, intikam hırsının değil, hukukun savunucusu olması gerektiğini idrak edemedi ve  toplumda derin yaralara sebep oldu. Bu yara ile 1971 darbesi öç almak için kullanıldı. Bu, bağımsız Türkiye sevdalısı yurtseverler için birinci yenilgi idi. Çabuk toparlanacaklarını sandılar. Ancak 12 Martçı zihniyet intikamcı politikalarının tadını almıştı bir kere.  Artık Amerikancılığı da iyice benimsemişlerdi. Kafasını kaldırana bir tokmak.. Ne demişti Demirel: “bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz”. Bugünlere gönderme yapmış sanki.. Kafasını kaldıranı eze eze 1980’ Eylülüne geldik. İkinci ve daha ağır bir yenilgi oldu yurtseverler için. Bu iki yenilgi darmadağın etti onları, o kadar ki çoğunluğu sadece bayrak salladıklarında görevlerini yaptıklarını sandılar o günden bu güne. Dile kolay, 40 yıl geçti fakat hala toparlanıp alternatif olamadılar. Ama o kadar çok grup varki şaşarsınız. Hani batan şirketin ortakları birbirini suçlar batma sebebi olarak.. izah etmek için bu örnek uygun. Armudun sapı üzümün çöpü derken önce seçimleri kaybedilen belediyeler ve sonrasında bütün ülke ve parlamenter sistemin değişmesiyle yaşadığımız dönüşüm, ülkemizde 50-60 yılda ancak toparlanabilecek yaralar açtı. Arzu edilen özgürlük ve barış ortamı bir türlü tesis edilemedi. Bence bunun en önemli sebebi yöneticilerin hala barışın ne demek olduğunu anlamamalarıdır. Barış, bir ülkenin başka bir ülke ile veya aynı ülkede bir toplumun başka bir toplum ile veya iki komşunun birbiriyle savaşmama veya kavga etmeme hali değildir. Eğer barışı böyle anlarsak ki bu bir “ateşkes” halidir; her an savaş veya kavga başlayabilir demektir. Halbuki, barışı, tarafların kendileri kadar karşı tarafı da düşündüklerinde, bu düşünmelerinde birbirinin sıkıntılarını hissedip çözümü için sanki kendi sıkıntıları imiş gibi gayret gösterdiklerinde sağlamak mümkündür. Yoksa yukarıda dediğim gibi herkesin teyakkuzda beklediği bir ateşkes hali olur. Atatürk’ün Anzaklara söylediği “bu topraklarda bize karşı savaşırken can vermiş evlatlarınız artık bizim de evlatlarımızdır ve şehit Mehmetciklerimizle koyun koyuna yatmaktadırlar. Müsterih olunuz” sözleriyle anlatmak istediği tam da yukarıdaki anlamda bir barış ifadesidir. Ne yazıkki, bu düşünce sonraki yöneticilerin büyük çoğunluğu tarafından içselleştirilememiş gerek partizanca davranarak, gerekse de politik görüş ayrılığı, mezhep ve etnik farklılıkların siyasete yön vermesine göz yumarak veya öyle tercih ederek ya da emperyal devletler tarafından öyle tercih ettirilerek ülkede bir türlü huzur ortamı oluşamamıştır. Sürekli kavga ve/veya gerginlik hali militer çıtayı yükseltmiş zaten kıt olan ülke kaynakları iç ve dış “düşman”lara karşı güç sahibi olmak maksadıyla sürekli ve öncelikli olan bir silah veya savunma  bütçesi ayrılmıştır.

    Sözün kısası, henüz ülkemizi yönetmeye talip olanlar ve toplumumuz “iyi insan” olmak gibi bir ihtiyaç hissetme seviyesine gelememiştir. Bunun için bilgi sahibi olmak, bunları deneyimlemek, sanata önem vermek ve dogmatik düşünmeden kurtulmak gerekir. Bilgi, korkuları yenip güçlü hissetmeyi sağlar. Sanatın yaygınlaşması toplumun kültür seviyesinin yükselmesini getirir. Dogmadan kurtulmak sorgulamayı ve yeni bilgileri araştırmayı sağlar. Dolayısıyla, özgür bireyler çoğalır, özgür düşünme gelişir ve bunun ürünü olarak özgür düşünce yaygınlaşır. Düşünen insan karşısındakini anlamaya çalışır, anladığında mutlaka asgari bir müşterek bulur ve bu nokta, yani karşısındakini anladığı an sorun her ne ise  birlikte çözüm aramalarına vesile olur. Saygı, sevgi ve tolerans gelişir toplumu kucaklar. Lakin iki yıl sonra 100. yılını dolduracak genç Cumhuriyetimiz bu 100 yılın en az 70 yılını birbiriyle “uğraşarak” heba ettiğinden yukarıda değindiğim tarzda insan yetiştirmeyi henüz başaramamıştır. Yurtseverler veya demokrat yurttaşlarımızda da, toplumun bütününden ayrı tutmak mümkün olmadığından bu hastalık maalesef vardır ve bugün göründüğü kadarıyla tedavi süreci hayli uzundur.

    Necat Haksal
    İstanbul, 08.01.2021

    1. Sayın Haksal ,

      Düşüncelerinizi dikkatle okudum . Tarihsel süreçte yaşadıklarımızı layıkıyla özetlemişsiniz. Eğer tüm insanlığı tek medeniyet olarak kabul edersek ve onun zirvesine de Batı medeniyetini koyarsak bugün ulaştıkları noktanın temelinde Doğu toplumlarına yabancı olan , yönetici sınıfının etkisini ve etkinliğini sınırlayan ve ona karşı kurumsal evrimi önceleyen süreci müşahade ediyorum .
      Batı insanı temel doğasında Hobbes un dediği gibi kötü , aç gözlü ve hırslı kabul ediyor .
      Bu tarihteki bence en büyük entellektüel devrim . İnsan doğaya aittir , doğa vahşidir , doğa da menfaat can hıraş bir mücadeledir . Bu mücadele insan toplulukları İçin yıkıcıdır . Batı insanı yarı tanrısal tahtından indirip doğadaki yerine oturttuğunda kapitalist sistem ve onu ayakta tutan kurumlar ortaya çıktı . Kapitalizmin başarısı insan doğasına olan tam uyumu sayesindedir . Yani bizim ülke tarihimizde yaşadığımız sorunlar ve bunlara ait suçluları bugün ve yarın özneleri değiştirerek asırlarca konuşmak mümkün. Sorun daha temelde . Bizler bir hak arama ve hak bilinci edinme sürecini deneyimlenmemiş Doğu toplumları olarak özlenen reflekslere eğitim de dahil hiç bir katkı ile ulaşamayız . Arafta yaşayacak ve her daim üzülecek milletler arasındaki güzide yerimiz baki kalacak diye düşünüyorum..
      Sevgi ve Saygılarımla
      MK

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.